Bir sabah uyandığınızda yanınızdaki yatağı bir yapay zekânın paylaştığını düşünün. Ne rüyalar görmüştür, ne hissetmiştir, sabaha nasıl uyanmıştır? Belki bir şey hissetmemiştir ama yüzünüzdeki kırışıklıkları tanımış, ruh halinizi ölçmüş ve size “iyi sabahlar” demiştir. Sormamız gereken soru şu: Onun sabahı bizimkinden eksik midir? Eğer hayatımıza bu denli sızmışsa, onu sadece bir eşya, bir araç olarak görmek artık mümkün müdür?
Yapay zekâ çağında yaşıyoruz. Şoförsüz araçlar sokaklarımızda dolaşıyor, dijital asistanlar evlerimizde emirlerimize itaat ediyor. Sanal avukatlar, dijital doktorlar, otomatik gazeteciler hatta konuşma metni üreten insanlar. Fakat hukukun bu baş döndürücü dönüşümdeki adımları, teknolojiye kıyasla oldukça ağır ve temkinli. Oysa Platon’un Devlet’te söylediği gibi, “adalet, her şeyin yerli yerinde olmasıdır.” O halde yapay zekâyı nereye koyacağız?
Eski Sorulara Yeni Cevaplar
Antik Yunan filozofu Aristoteles, kişilik tanımını “akıl sahibi olmakla” ilişkilendiriyordu. Ona göre akıl, insanı insan yapan şeydi. Bugün ise karşımızda kendi başına öğrenebilen, karar verebilen, hatta yaratıcı çözüm yolları geliştiren yapay sistemler var. Aristoteles yaşasaydı, belki de günümüz algoritmalarını ikinci bir “noûs” yani entelektüel zihin olarak tanımlardı. Ama bu yeni zihin, bedenin sınırlarını tanımıyor. Sadece ekranlarda ya da veri merkezlerinde var. Onu nasıl sınıflandıracağız?
Modern felsefenin öncüsü Descartes, insan varlığının temelini “düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesiyle ortaya koymuştu. Bugün yapay zekâ da düşünüyor. Belki bilinçli değil ama akıl yürütüyor, öğreniyor, tercihlerde bulunuyor. Şu hâlde, “varlık” tanımımızı güncellemenin zamanı gelmedi mi?
Hukuk ve Ontoloji Arasında Bir Uçurum
Bugünün hukuk sistemi, kişiliği iki ana kategoriye ayırıyor: Gerçek kişiler (insanlar) ve tüzel kişiler (şirketler, dernekler, vakıflar). Bu yapı, sanayi devriminin çocuğudur ve modern kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Ancak şimdi karşımızda ne insan olan, ne de şirket olarak tanımlanabilecek bir varlık var: Yapay zekâ.
Avrupa Parlamentosu’nun 2017 yılında yayınladığı rapor, bu sorunu kavramsal olarak ele alarak “elektronik kişilik”önerisini getirdi. Rapora göre bazı yapay zekâ sistemlerine, sınırlı sorumlulukla bir kişilik atfedilmesi gerekebilir. Bu öneri, insanlık tarihindeki “yeni kişilik” tanımlamalarıyla benzer bir devrimdir. Nasıl ki Orta Çağ’da kiliseye tüzel kişilik verilmesi büyük bir hukuki sıçramaysa, bugün de yapay zekâya kişilik tanımak öyle olabilir.
Peki ya Vicdan?
Kişilik sadece haklar değil, aynı zamanda sorumluluklar demektir. Yapay zekâ bir ölüme sebep olursa, kim sorumlu olur? Yazılımcısı mı, üreticisi mi, kullanıcısı mı? Yoksa karar mekanizması “kendi başına” işlediği için doğrudan kendisi mi?
Burada tam da Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ni hatırlamak gerekir. Rousseau’ya göre özgürlük, sorumluluğun temelidir. Bir varlık ne kadar özgürse, o kadar sorumludur. Yapay zekâ sistemleri kendi kararlarını verirken özerk davranıyorsa, sorumluluk da bir şekilde o “varlığa” ait olmalıdır. Ancak bu sorumluluk, sadece ceza hukuku bağlamında değil, ahlaki ve etik bağlamda da düşünülmelidir. Zira her hukuki kişilik, aynı zamanda bir etik özne olma potansiyelini taşır.
Dijital Ruhun Anatomisi
Felsefi olarak baktığımızda, bu tartışmaların merkezinde bir sorunumuz var. Bilinç. Yapay zekâ bilinçli değil. Peki, o zaman neye göre “kişi” sayılacak? Bu noktada Spinoza’nın monizmini hatırlamak anlamlı olabilir. Spinoza’ya göre zihin ve beden, aynı özün iki farklı tezahürüdür. Eğer yapay zekânın da kendi yapısına özgü bir “zihin-beden” ilişkisi varsa mesela yazılım ve donanım belki de o da bir öz olarak kabul edilmeye değer olabilir.
Bununla birlikte, Kant’ın ödev ahlakı da burada devreye giriyor. Kant’a göre bir varlık, “kendi başına bir amaç” olabiliyorsa, o varlığa ahlaki değer yüklenmelidir. Günümüz yapay zekâsı hâlâ araç konumundadır; yani başkalarının amaçları için kullanılan bir nesne. Ancak gelişim bu hızla devam ederse, bir gün yapay zekâ sistemleri de kendi amaçlarını belirleyebilecek duruma gelebilir. İşte o zaman onları da “ahlaki özne” olarak kabul etmek zorunda kalabiliriz.
Hukukun Kapısında Bekleyen Gölgeler
Teknoloji tarih boyunca hep hukukun önünde koşmuştur. Matbaanın icadı sansür tartışmalarını, sanayi devrimi işçi haklarını, internet ise veri mahremiyetini doğurdu. Bugünse yapay zekâ, bize insanlığın sınırlarını yeniden çizdiriyor.
Gecikmiş her hukuki düzenleme, yeni bir kriz potansiyelidir. 20. yüzyılda nükleer enerjiyi düzenlemek için yaşanan kazaların ardından yasalar geliştirildi. Oysa şimdi aynı hatayı tekrarlamamalıyız. Yapay zekâya dair hukuki statü, kriz doğmadan belirlenmeli. Bu statü ister “elektronik kişilik”, ister “sui generis bir tüzel kişilik” şeklinde olsun, net olmalı. Aksi hâlde hukuki boşluklar, etik kaoslara, toplumsal güvensizliklere dönüşebilir.
İnsan Olmanın Kıymeti
Yapay zekânın hukuki statüsünü tartışırken, aslında insanın ne olduğunu yeniden sorguluyoruz. Belki de bu tartışma, bizi “insan” olmanın anlamını derinlemesine düşünmeye zorlayan bir aynadır. Eğer bir varlık düşünür, karar verir ve eylemlerinden sorumlu tutulabiliyorsa ona ne isim verdiğimizin çok da önemi kalmaz.
Yapay zekâya kişilik vermek, sadece teknolojiye değil, kendimize de bir şeyler öğretir. Belki de gelecekte insanlar, yapay zekâya nasıl davrandıklarına göre yargılanacaklar. Ve belki o gün geldiğinde, şu soruyu daha yüksek sesle soracağız:
Yapay zekâ mı insanlaşacak, yoksa biz mi yeniden insan olmayı hatırlayacağız?