Dönüp tarihe bakınca görüyorsun.
İnsanoğlu önce altın için koloniler kurdu.
Sonra baharat için.
Petrol için.
Şimdi sıra veride.
Ama bu kez alınan şey toprak değil.
Zihin.
Yani düşüncen, dilin, mimiklerin, parmak hareketlerin.
Bugün Kenya’nın bir köyünde internet bağlantısı varsa, bu onların eğitimi için değil.
Facebook orada bedava internet sunuyorsa, amacı bilgi vermek değil.
Veri almak.
Sana hizmet getirmiyorlar.
Senden seni alıyorlar.
Google Kenya’da etik laboratuvar kuruyor.
Amazon Uganda’da veri merkezi açıyor.
Ama bu verilerle geliştirilen yapay zekâlar geri dönüp bu toplumlara “eşit vatandaş” muamelesi yapmıyor.
Çünkü bu sistemde herkesin sesi duyuluyor ama herkesin sesi aynı sayılmıyor.
Kant: “İnsan araç değil, amaçtır”
Kant der ki, “İnsanı asla sadece bir araç olarak kullanma.”
Bugünün yapay zekâ sistemleri bu cümleyi hiç duymamış gibi yaşıyor.
Çünkü insan artık sadece bir girdi.
Hangi reklamda durdu, hangi emojiye güldü, hangi saatte sinirlendi?
Yani senin duygun, senin kararın değil.
Sistemin verisi.
Kant yaşasa, bu düzeni ahlaki değil, yapay zekâ görünümlü tahakküm düzeni ilan ederdi.
Çünkü burada insan özne değil; ölçülen, etiketlenen bir nesne.
Aristoteles Olsaydı Susmazdı
Aristoteles’e göre bir toplum, ancak eşit yurttaşlar arasında kurulursa adil olur.
Bugün bu yapay zekâ sistemlerinin altında çalışan veri kolonilerinde, kimsenin eşitliği yok.
Bir Nijeryalı çocuğun sesi sistemde bir etiket.
Bir Türk gencinin paylaşımı algoritmaya girdi.
Ama bu çocuklar o algoritmanın karar alma süreçlerine dâhil değiller.
Yani veri veriyoruz ama söz hakkı alamıyoruz.
Bu tam anlamıyla dijital bir monarşi:
Veri halkı çok, kralı tek.
Foucault Yaşasa Ekranı İzlerdi, Seni İzleyenin Kim Olduğunu Sorardı
Modern çağın gözetimi, kameralarla değil, konforla gelir.
Foucault bunu yıllar önce söyledi:
Gözetim artık “ceza”yla değil, alışkanlıkla işler.
Bugün sen sosyal medyada hangi içeriğe gülümsedin?
Ne zaman durdun, neye bakmadın?
Sistem bunu kaydediyor.
Ve sonra bu veriler, seni eğlendiren algoritma değil;
Seni yönlendiren sistem haline geliyor.
Ama kimse sana, “Bu veriyi hangi amaçla kullanacağım?” diye sormuyor.
Çünkü sen artık veri üreten ama karar veremeyen kullanıcısın.
Bugün bir Afrika köyünde kadın tarlayı sürerken ne konuşuyor, hangi mimikle söylüyor, hangi ağızla “evet” diyor...
Bunların hepsi yapay zekânın eğitim setine giriyor.
Ama o kadın sistemde bir karar verici değil.
Sadece bir veri noktası.
Tıpkı bizler gibi.
İnsan Sayıldığında Ne Oldu?
Birilerini saymaya başladığınızda, genellikle bir şeyi planlıyorsunuzdur:
Vergi mi alacaksınız, savaşa mı götüreceksiniz, çalıştıracak mı yoksa izlemeye mi başlayacaksınız…
Fark etmez.
Saymak, önce insanı “nesneleştirmenin” ilk adımıdır.
Tarih, insanın önce sayı, sonra istatistik, sonra algoritma hâline getirildiği yüzlerce örnekle dolu. Bakalım, insan sayıldığında neler olmuş?
1. Mısır ve Mezopotamya: İnsan, taş taşıyan bir satırdı
Milattan önce 3000’lerde, Mısır’da dev piramitler yükseliyordu. Ama o taşları kim taşıyordu?
İnsanlar, tapınakların muhasebe tablolarına "kaç taş taşıyabilir" diye yazılıyordu.
İsim yoktu. Sadece işlev vardı. Bir nevi "antik veri giriş formu."
Ptahhotep gibi saray filozofları ise, “Düzen kutsaldır,” deyip bu sistemi sorgulamadı.
Çünkü onlara göre insan, kutsal yapbozun bir parçasıydı.
Özgürlük değil, uyum makbuldü.
Veri olmak, itaatin başka bir biçimiydi.
2. Roma: Vatandaşlığa not verildi
Roma İmparatorluğu’nda her 5 yılda bir yapılan “census” sayımı vardı.
Adeta bir dijital tablo gibi: Kim ne kadar kazanıyor, nerede yaşıyor, ne kadar vergi verir, orduya uygun mu?
Seneca, o dönem içinden ses veren nadir filozoflardan biriydi: “İnsanı soyluluğuyla değil, ruhuyla yargıla.”
Ama sistem başkaydı.
Roma’da insan, değerini görevinden alırdı.
Yani eğer vergi veremiyorsan, senin özgürlüğün de verimsiz sayılırdı.
3. Sanayi Devrimi: Dakika başına insan
18’inci yüzyılda bu kez sahnede makineler vardı. Ama makinelerle birlikte bir başka şey daha geldi: Dakika başına insan performansı.
"Bir işçi dakikada kaç vida sıkıyor?"
Bu, insanın değerinin ölçüsü hâline geldi.
Karl Marx, buna "yabancılaşma" dedi. John Stuart Mill ise özgürlüğü savundu ama buhar makineleri daha hızlıydı.
Ve veri, dakikayla ölçülmeye başlandı.
İnsan, üretim tablosunun hücresine dönüştü.
4. Nazi Almanyası: Kodlanmış soykırım
1930’lara geldiğimizde, veri artık doğrudan ölüm anlamına geliyordu.
IBM’in Hollerith kartlarıyla insanlar dinine, etnik kökenine, fiziksel özelliklerine göre kategorilere ayrıldı.
Sonra o kartlar, tren istasyonlarını gösterdi.
Hannah Arendt, bu düzeni “kötülüğün sıradanlaşması” diye tanımladı: Levinas ise daha sertti: “İnsanı veri olarak kodlamak, yüzünü silmektir.” O dönem, veriyle yönetilen en karanlık rejimi ortaya çıkardı.
Ve veri, insanı korumadı; yok etti.
5. Soğuk Savaş: Fişlenen düşünceler
1950’lerde bu kez mesele sadece kim olduğun değil, ne düşündüğündü.
CIA, KGB ve benzeri istihbarat örgütleri, insanların sadece kimliğini değil, zihnini de veriyle kodladı.
“Bu adam hangi fikre yakın?”
“Bu kadın sistemi sorgular mı?”
“Bu çocuk büyüyünce hangi ideolojiye kayar?”
Michel Foucault, modern iktidarın artık hapishanelerle değil, gözetimle çalıştığını söyledi: “Artık ceza yok, sürekli izleme var. Ve insanlar izlendikçe biçimleniyor.”
İnsan, burada artık et–kemik değil; analiz edilecek bir profil hâline geldi.
Her devir, insanı başka bir şeyle ölçtü.
Ama ortak bir şey vardı:
İnsanı birey değil, bilgi nesnesi olarak görmek.
Ve şimdi 21. yüzyıldayız.
Yapay zekâ var, veri merkezleri var, algoritmalar var.
Ama sistem aynı:
İnsan hâlâ sayılıyor.
Ama ne kadar değerli olduğu, onu kimin saydığına göre değişiyor.
Her veri, ya seni özgürleştirir, ya seni biçimlendirir.
Eğer veriyi sen üretip sen karar veremiyorsan,
orası artık senin toprağın değil.
Zincir yok.
Ama sen veriyle bağlısın.
Kırbaç yok.
Ama sistem seni görünmez kılabiliyor.
Bu, Kant'ın korktuğu şeydir.
Bu, Aristoteles'in “polis” dediği düzenin çöküşüdür.