"Elimizde bir "iklim kanunu" var ama bu, iklim değişikliğinin etkilerine karşı toplumu hazırlayan bir düzenleme değil. Daha çok, karbonu fiyatlandıran ve ihracatçıya nefes aldıran bir mekanizma. İklim değişikliği Türkiye'nin kapısında. Kuraklık, sel, göç dalgaları, sağlık krizleri... Bunların hiçbiri bu kanunla çözülecek değil. Ama ton başına 100 avro değer biçilen karbon, artık sanayicinin bilançosunda bir satır olarak yerini alacak. Belki de bu kanunu doğru okumak gerekiyor: Bu, iklimi değil, ticareti kurtaran bir kanun."
Türkiye'nin tarihinde ilk kez "iklim" kelimesini başlığına taşıyan bir kanun yürürlüğe girdi. Resmî Gazete'de yayımlanır yayımlanmaz tartışmalar alevlendi. Kimileri heyecanla "nihayet iklim değişikliğiyle mücadele için bir yasal zeminimiz var" dedi, kimileri ise "bu kanun hayatımızı zincirleyecek, çiftçinin tarlasına, vatandaşın balkonuna müdahale edecek" diye feryat etti. Üçüncü bir kesim ise daha serinkanlıydı: "Ortada büyük bir beklenti var ama içeriğe bakınca hayal kırıklığı yaşıyoruz."
Gerçekten de meseleye biraz derinlikli bakınca manzara oldukça çarpıcı: "İklim Kanunu" adını taşıyan bu düzenleme, esasen Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ticaretini korumak için inşa edilmiş bir karbon piyasası yasasıdır. Yani, iklim krizini önlemek, Türkiye'yi kuraklık ve sıcak dalgalarına hazırlamak gibi iddialı hedefler yok. Varsa yoksa, Avrupa'nın sınırda getirdiği karbon vergisine yakalanmamak.
Peki, neden bu kadar tartışma çıktı? Ve neden bu kanunun adıyla içeriği bu kadar ters düşüyor?
Yeşil Mutabakat’ın Dayattığı Gerçek
Hikâyenin başlangıç noktası, Avrupa Birliği'nin (AB) "Yeşil Mutabakat" stratejisi. AB, iklim değişikliğini ciddiye aldığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda kendi sanayicisini korumak için yeni bir gümrük mekanizması getirdi: Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM).
Bu mekanizma bize şunları söylüyor:
Yani mesele artık sadece çeliğin kalitesi değil. Üretim sürecinde havaya ne kadar karbondioksit salındığı da Avrupa kapısında fiyatlandırılıyor. Eğer Türkiye'deki çelik üreticisi Avrupa'daki ortalamadan daha çok karbon salıyorsa, ihracatçı o farkı cebinden ödemek zorunda.
Bu durum, Türkiye gibi Avrupa'ya ihracat bağımlılığı yüksek ülkeler için alarm zillerinin çalması anlamına geliyor. İşte bu yüzden "iklim kanunu" diye sunduğumuz metnin asıl amacı, Türkiye'nin ihracatçısını cezadan kurtarmak.
Karbonun Yeni Parası: Tonu 100 Avro
Kanunun temelinde bir karbon piyasası kurulması var. Bu piyasa nasıl işleyecek?
Bu iki şirket arasında ticaret yapılacak. Fazlası olan, açığı olana satacak.
Ve burada kilit nokta şu: Avrupa ile uyumlu olması için bu piyasanın fiyatı ton başına 100 avro civarında olmak zorunda. Daha ucuz ya da daha pahalı bir piyasa kurma lüksümüz yok. Aksi takdirde Avrupa, gümrükte farkı cebimize ödetir.
Kısacası, karbon artık bir meta. Alınıp satılan, fiyatı olan bir ürün. İşte "iklim kanunu"nun asıl yeniliği bu.
Başlıktaki Ters Köşe
Peki, neden bu kanuna "karbon piyasası kanunu" denmedi de "iklim kanunu" dendi? Burada biraz siyaset, biraz da imaj yönetimi devreye giriyor. Uluslararası camiaya "bakın biz de iklim konusunda adım attık" demek için. Ama içerikteki dengesizlik bariz:
Sonuçta ortaya, adı "iklim", özü "karbon ticareti" olan bir metin çıkıyor. Bu nedenle başlık, içeriğe göre beklentiyi yükseltiyor ama gerçekte verilen şey çok daha sınırlı kalıyor.
Yanlış Anlamalar ve Korkular
Kanun çıkar çıkmaz sosyal medyada "evimizin balkonunda çiçek yetiştirmemize bile karışacaklar" gibi söylentiler dolaşmaya başladı. Oysa kanunda böyle bir şey yok. Hatta tarımla ilgili neredeyse hiçbir somut madde yok. Ne ürün çeşitliliğine ne de çiftçinin faaliyetlerine doğrudan müdahale söz konusu.
Buradaki ilginç nokta şu: Devletin çiftçinin ne ekeceğine karışması için zaten böyle bir kanuna ihtiyacı yok. İsterse mevcut tarım mevzuatlarıyla yapabilir. Ama devlet, aksine, yasakçı bir anlayışı benimsemiyor. Türkiye'deki tarım politikaları daha çok "teşvik" üzerinden işliyor. Yani "şunu ek, destek vereyim" ya da "şu teknolojiye geçersen prim kazandırayım" gibi. Yasaklar üzerinden değil, ödüller üzerinden yönlendirme hedefleniyor.
Dolayısıyla kanun, bireylerin hayatına doğrudan karışmaktan çok uzak. Esas odağı, altı büyük sektör: demir-çelik, çimento, elektrik, gübre, alüminyum ve kâğıt. Yani yüksek karbon salan ve Avrupa'ya ihracatta başı derde girebilecek sanayi kolları.
Bir “Kurtarma Operasyonu” Olarak Kanun
Bu tabloya bakınca şu net biçimde söylenebilir: Bu kanun, Türkiye'nin kendi yurttaşlarını iklim krizinden korumak için değil, şirketlerini Avrupa'da vergi ödemekten kurtarmak için çıkarıldı.
Bunda yanlış bir taraf yok; sonuçta sanayi ihracatı ülkenin ekonomisi için hayati. Ama mesele şu: Kanunun adı "İklim Kanunu" olunca, toplumda farklı beklentiler oluşuyor. İnsanlar "yaşam biçimimiz değişecek mi, devlet bizi tarımdan koparacak mı, arabamı elimden alacak mı?" gibi endişelere kapılıyor.
Gerçekte ise kanun, vatandaşın günlük yaşamına dokunmuyor. Dokunmadığı için de aslında iklim kriziyle mücadelede etkisiz kalıyor. Bir bakıma, Türkiye'nin iklim politikasındaki ikiliği bu kanun üzerinden görmek mümkün: Uluslararası baskılar karşısında adım atan ama iç politika açısından temkinli davranan bir devlet.
Adı Var, İklimi Yok
Sonuç olarak elimizde bir "iklim kanunu" var ama bu, iklim değişikliğinin etkilerine karşı toplumu hazırlayan bir düzenleme değil. Daha çok, karbonu fiyatlandıran ve ihracatçıya nefes aldıran bir mekanizma.
İklim değişikliği Türkiye'nin kapısında. Kuraklık, sel, göç dalgaları, sağlık krizleri... Bunların hiçbiri bu kanunla çözülecek değil. Ama ton başına 100 avro değer biçilen karbon, artık sanayicinin bilançosunda bir satır olarak yerini alacak.
Belki de bu kanunu doğru okumak gerekiyor: Bu, iklimi değil, ticareti kurtaran bir kanun.