Anlatmak; ağzımızdan ilk kelimelerin çıkmasıyla beraber son anımıza kadar bizimle var olan bir eylemdir. Bilgi vermek için anlatırız, paylaşmak için anlatırız, içimizde bir şey tutmamak için anlatırız. Altında yatan nedenler farklı olsa da anlatmak için neden aramayı bırakır yine anlatırız. Çünkü içimizde bir anlatma mekanizması var. Yaşadıklarından çok anlatan, hatta yaşamış gibi anlatmayı seven insanlar hep vardır. Her anlatı öğretiye ulaşmayabilir ya da her anlatılan ilgi uyandırmak zorunda değildir. Fakat her anlatılan dikkat kesilmeyi hak eden ve ön yargıdan uzak değerlendirilmesi gereken bir öğreti olabilir. Bildiklerimizi duymak hatırlamamıza yardımcı olur. Bizimle aynı bilgilere sahip kişilerin gözünden aynı şeyi duymak farklı bir kazanım sağlayabilir. Belki de farklı bilgi ve tecrübelerle donatılmış bir çevremiz vardır ve anlatılan her şey hayatımıza dokunabilir. Kendi açımızdan en büyük kazanım ise; bu kadar anlatım içerisinde kendi sözlerimizi daha etkileyici ve merak uyandırıcı bir şekilde dile getirerek çevremizde bulunan insanlarda bizi daha fazla dinleme isteği uyandırabiliriz. Çünkü anlatmak, dinletmenin en önemli olgusudur.
Dinlemek; etrafımızda olan bitene tepki vermemizi sağlayan ve bulunduğumuz çevre içerisinde kabul görmemiz için en önemli eylemlerden biridir. Kendi isteklerimizden yola çıkarak anlattığımız her sözün bir dinleyicisi olmasını isteriz. Fakat kendimizde olan bu isteğin karşımızda bulunan insanların da en büyük beklentisi olduğunu çoğu zaman unuturuz. Çoğunlukla en rahat ve en fazla konuşabildiğimiz insanların yakınlarımız olduğunu dile getiririz. Peki, bunu söylerken aynı şekilde en yakınlarımızı dinlediğimize emin miyiz? Konu hakkında bir bilgimizin olmadığı durumlarda mı dinlememiz gerektiğini düşünüyoruz? Yoksa her durumda konuşmamız gerektiği baskısını mı hissediyoruz? Bu sorular kendimizin iyi bir dinleyici olup olmadığını görmemiz için faydalı olabilir. Çünkü eğitim ve iş hayatımızı bir tarafa bırakırsak sosyal ortamlarımızda çoğunlukla beni dinler misin gibi bir soruyla karşılaşmayız. Bu sebeple de anlatılmak istenen şeyleri iyi bir dinleyici olmadığımız için bilemeyiz. Anlatmanın başarılı olması için dinlemeyi öğrenmek gerekir. Çünkü iyi bir dinleyici olmak tekrara girmeden yeni şeyler anlatmanın kapısını açar. İnsanların sizinle paylaşım yapmalarını sağlamanın en önemli yolu, karşınızdakini gerçekten dinleyeceğinize ikna etmekle başlar. Anlatmak eylemse, dinlemek bu konuda eylemlerin çıkış noktası konumundadır.
Anlamak; yukarıda bahsettiğim anlatmak ve dinlemek sonucunda yaptığımız çıkarımdır. Tabi bu eylemlerin gerçekleştiği kitlenin önemi büyüktür. Çünkü birbiriyle ilintili bu kavramlar biri olmadan diğerini anlamsız kılabilmektedir. Anlamak ise anlatmak ve dinlemek eylemlerinin değerini ve sonucunu belirlemektedir. Doğru bir anlatım ve etkin bir dinleme ile anlamak daha makul bir hale gelmektedir. Açık ve yalın iletişim kurulduğunda anlamak, kişilere göre değişmekle birlikte yanlış anlaşılmaya sebep olmaz. Yorum farkı olabilir. Bu da kültürel ve yapısal farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Anlamak tek seferde olmayan bir eylemdir. Fakat soru sorma bilinci bizde yanlış anlaşıldığı ve düşünüldüğü için anlamanın önündeki en büyük engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlatanın hızlı konuşması, dil problemi olması ya da şive gibi kültürel farklılıkların bulunması durumu zorlaştırmaktadır. Bu gibi durumlarda konuşmanın tekrar edilmesini istemek çok normal bir düşüncedir. Zaten bir kişi bunun farkında olmadan size bir şeyler anlatıyorsa genelde anlamaya değer bir durum söz konusu değildir. O kişi sadece anlatmak için sizin dinlemenizi istiyordur. Buna benzer durumlar dışında anlamamız, bizimle ilgili olan ve sonuçlarına kendimizin irade gösterdiği bir kavramdır. Yanlış anlaşılmanın tarafları olarak sorumluluk almaktan kaçınmamalıyız. Anlamak kadar anlamamak da mümkün olabilir. Önemli olan anlama isteğine sahip olmamızdır.
Kısaca bahsettiğim kavramlardan yola çıkarak yaptıklarımızı bir de bu çerçevede değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu üç kavramı iletişim olarak bütünleştirdiğimizi varsayalım. Herkesin farklı hayat hikayesi, bakış açısı ve öğretisi olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İnsan ömrünü kestirmek mümkün olmadığı için ortalama yaştan yola çıkabiliriz. Bu yaşı geçmişten günümüze ne kadar büyütürsek büyütelim herkesin tüm hayatta olanları yaşama şansı olmayacaktır. İmkân, durum, istek, şans gibi sebepleri artırabiliriz. Fakat iletişim olarak birleştirdiğimiz toplam eylem bizim birden fazla hayata da ortak olmamızı sağlamaktadır. Kendimizin yapma fırsatı bulamadığı eylemleri yapan insanlardan dinlemek aslında bize çok şey öğretmektedir. Belki yapsak keyif almayacağımız şeyi öğrendikten sonra hayatımızdan tamamen çıkarabiliriz. Ya da bir konuda karar verirken çevremizle kurduğumuz iletişim sayesinde daha doğru kararlar verebiliriz. Örneğin hepimiz hayatın farklı alanlarında tecrübe kelimesini çok sık kullanmışızdır. İşte bu kullandığımız kelimenin gerçekliğini her anlattığımız sözde, her dinlediğimiz cümlede ve her sonuç çıkardığımız anlamda fazlasıyla bulmaktayız. Bu çerçevede sözlerimiz ve yaptıklarımızı aynı doğrultuda ilerletebildiğimiz kadar güzel bir hayatımızın olması kaçınılmazdır.
Basit gibi görünen bu üç kavram ile birleştirdiğim iletişimin hayatımıza kattığı değerin maalesef farkında değiliz. Kendi birikimimizin insanlara olumlu katkı yapacağını düşündüğümüz kadar, başkalarının da bizim hayatımıza tek bir sözle ne kadar büyük etki edeceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Yeter ki bunlar gerçekleştiğinde doğru anlama ulaşacak bir bakış açısını taşıyalım. Vadesi belli olmayan hayatımız, her anı yaşamaya değer ve kaybedilen zamanın geri gelmeyeceği anlardan oluşmaktadır.