Yıllar geçip gidiyordu. Eskişehir’den Yenişehir’e geçtim. Artık Yenişehir santral amiriydim. Binamız Yargıtay binası ile eski Bayındırlık Bakanlığı’nın arasında kalıyordu. Orta kat X-Bar santralı aktif çalışıyor, ancak üst kattaki X-Bar santrali sökülmüş yerine DMS kurulacaktı.
Tüm Bakanlıklar ve Meclis’e buranın santrali üzerinden hizmet veriliyordu. Santral, Ankara’nın hatta belki de Türkiye’nin en kritik santrali konumundaydı. DMS montajın da Kanadalı teknik elemanlar çalışıyor başlarında ise Milton Boyle isimli kısa boylu biraz kilolu ve bıyıkları Harley Davidson motosiklet sürücüleri gibi olan birisi vardı. Teknisyenlerinden daha irice ve daha kilolu, mesai bitene kadar koltuğundan nadir kalkan sarışın bir Kanadalı’ydı. Bir Hristiyan dini okul sonrası teknikerliğe geçtiği için olsa gerek olabildiğince iyi birisiydi. Takıldığım bazı yerleri ona soruyor tatmin edici, detaylı cevaplar alıyordum. Bir iki kez Milton Bey bizi konu anlatımında yakalayınca “Burası eğitim merkezi değil, elemanı mı meşgul etme” uyarısı yaptı. Ben yine de o görünmediği zamanlarda tekniker arkadaşa sorularımı soruyordum. Bir kez daha yakaladı; bu kez santralın durumunu sormaya gelen Genel Müdürümüz Servet (Bilge) Paşaya şikâyetçi oldu. Tabii kırıldım ama mesai bitince bana hiçbir şey olmamış gibi neşeli esprilerini yapmaya devam ediyordu.
Santral adeta BM binası gibiydi. En alt kat, bodrumda Ericsson’dan İsveçliler çalışıyordu. Orta katta Japonlar SDH bağlantıları, onun altında kroneler için Almanlar, en üst katta ise ABD ve Kanadalılar yani bizim ekip vardı. Santral kurulumu tamamlanınca açılış öncesi diğer santrallerle Trunk bağlantısı yapacağız ama bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Ulus 200 (Şehirlerarası santral) ile bağlantımız gerçekleşemeyince ben ve karşımdaki sorumlu mühendis ile biz birbirimize giriyorduk ama nafile. Sonunda kimin aklına geldiyse bağlantıda bir sorun olabilir mi diye santralden gelen kablo ile SDH bağlantısı için Kanadalıları alıp orta kattaki Japonların yanına indirdik. Kısa bir süre kaçıncı porta bağladınız tartışması yaşandı. Sonunda anlaşıldı ki Japonlar saymaya “0” dan başlarken Kanadalılar “1” den başlıyormuş. O nedenle bağlantımız hep yanlış yere yapılıyormuş. Neyse ki düzelttik!
Kanadalıları ülkelerine gönderdik ve ufak bir törenle santralimizi servise açtık. Bu arada yaşı neredeyse 65’e gelmiş Ahmet Bey de elemanlarım arasındaydı. Birkaç teknisyenime sordum “Ahmet Bey ne iş yapar” diye. Dedikleri şu oldu: “Ahmet Bey biz buraya geleli beri pek bir şey yapmaz, sadece çay saatinde buluşuruz sonra gazetesini alır orta katta camı olmayan bir odaya girer saatlerce orda tek başına kalır.” Kendisine birkaç görev vereyim de hem o tatmin olsun hem ben diye düşündüm. Printerdan çıkan “log’ları” analiz etmesini ve bana raporlamasını istedim. “Hayır” demedi ve elinde bir hesap makinası ve yakın gözlüğünü takıp odasına çekildi. Akşam bana raporunu sunuyordu. Birkaç ay sonra X-Bar santralinden aboneleri DMS’e aktarmaya başladık. Başladık ama Ahmet Bey de bir sıkıntı oluşmaya başladı. Odama bir şey söyleyecek gibi giriyor ama söylemeden çıkıyor. Hafta sonu pek gelmezdi. Pazar günü de işe gelirdim. Bir gün baktım kapıda Ahmet Bey. “Hayırdır” diye sordum. Zuhuri Bey “Odamda görüşebilir miyiz” dedi. Çıktık. Koltuğuna oturunca bana “Siliyor musunuz Zuhuri Bey, ben istihbarat adına çalışıyorum.” Şaşırmamış gibi görünmeye çalıştım. “İyi” dedim. Şaşırmadığımı görünce koltuğunun arkasında hemen hemen duvardan ayırt edilmeyen dolabın kapağını açtı. Baktım abonelerin hatlarının bir paraleli buraya monte edilmiş... Ahmet Bey “Bağlı olduğum istihbarat amiri telefon edince ilgili kişiyi buradan dinliyorum. Şimdi bu aboneler DMS’e aktarılınca biz halen bu aboneleri dinleyebilecek miyiz? Veya nasıl dinleyebiliriz?” diye sordu. Durumu izah ettim ve herhangi bir sorun olursa yardımcı olabileceğimi belirttim.
Bir pazar sabahı telefonum çaldı. Çankaya Emniyet Amirliği’nden polis komiseri arıyordu. Komiser “Telefon santraline ilişkin bir sorun var ifadenizi almak için davet ediyoruz” dedi. Yenimahalle 8. duraktan “boynuzlu” diye tabir edilen elektrikli otobüse binip Kızılay’da indim. Halen aynı yerinde bulunan Necatibey Caddesi’ndeki karakola geldim. O zaman ki moderniteye dahi uymayacak şekilde karakolun önünde sepetli bir eşek bağlıydı. Nöbetçi beni baş komisere yönlendirdi. Baş komiser bir çay söyledikten sonra anlatmaya başladı. Geceleyin bizim santral bahçesinin Yargıtay tarafına bakan kısmında bulunan bakır kabloları bir hırsız çalmaya kalkışmış ama bekçi bunu fark ederek müdahale etmiş. Etmiş etmesine ama hırsızı kaçırmış, sadece karakolun önündeki eşeği yakalayıp karakola teslim etmiş. Baş komiser bana gülerek “Ben bu eşeği ne yapayım şimdi? Asıl hırsızı yakalayamamış sizin bekçi.” Elemanınızla bir de siz görüşür müsünüz önerisinde bulundu. Görüştüm de. Bekçi dini bütün biriydi. Bana “Zuhuri Bey aslında ben hırsızı yakaladım. Bir çingene kadınıydı, sırtına iki kez job vurdum sonra da salıverdim.” dedi. Ben de ona “Niye salıverdin?” diye sorunca, “Bakın Zuhuri Bey ben o kadını karakola götürsem bana iftira atacaktı, söz de niyetim kötüymüş, isteklerini karşılamadığım için iftira atıyor diyecekmiş.” Ben de “Pekâlâ eşeğe ne diyeceksin” deyince, kadın “Eşek de benim değil derim” diye cevap verdi. Bunun üzerine bekçi kendince hırsızın cezasını kesip eşeği de sırtındaki sepette bakır kablo ile karakola getirip teslim etmiş. Durumu telefonla komisere uygun şekilde izah ettim. Komiser çaresiz “Ama bu eşeği ne yapacağız” diye sorunca gülerek “AOÇ’de aslanlara yem yapın” diye karşılık verdim. Nitekim benim espri birkaç gün sonra gerçekleşmiş ve bizim eşeği AOÇ’ye bağışlamışlar.
Genelde santral arızaları için erişim numaraları akılda kalacak kolay numarala olurdu. Ancak bizim Yenişehir Santrali’nin o güzel numaraları bazı kamu kurumları el koymuş ve irtibat numaramız akılda zor kalan bir numaraydı. Bir gün abone işlerinden Orhan Bey odama geldi. “Zuhuri Bey çok güzel bir numara iadesi var” dedi. “Neymiş” diye sordum. Telefon numarası “417 17 17” idi. “Aboneler almadan hemen servis numarası yapalım” dedim. Öyle de yaptık. Bir ay geçmedi ki Kemal Çebi diye biri aradı bu numaradan. Kemal Bey direkt konuya girerek “İki hafta sonra Gençlik Parkı’nda kızımı evlendiriyorum, mutlaka gelmelisin” dedi. “Dur bakalım, siz kimsiniz” demeye kalmadı; “Ayıptır kaç yıllık dostunu nasıl tanımazsın?” diye karşılık erdi. Zonguldak’ta çocukluk yıllarımda Trabzon kökenli ve Çebi soyadlı tanıdıklarım olmuştu. Ayıp olmasın diye bozuntuya vermedim ve “Hatırladım Kemal Ağabey” dedim. Kemal Bey rahatladı ve “Adresini ver, adresini ver” dedi ve benden Yenimahalle’deki ev adresimi not aldı. Bir hafta sonra bana şatafatlı bir düğün davetiyesi geldi. Geldi ama isim kısmı farklıydı, benim ismime gelmemişti. İsim kısmında “Kâmil Sönmez” yazılıydı. Evet ses ve tiyatro sanatçısı Kâmil Sönmez. Abone işlerine gelince “Şu numarayı araştırır mısınız” dedim. Evet Kâmil Bey İstanbul’a göçünce Ankara’daki telefon hattını iade etmiş.
Bu arada santralin bodrum katındaki depoyu karıştırınca 1930’lı yıllardan kalma büyük metal bir saat bulduk. Onu çalıştıran mekanik motor sistemi orta katta atıl durumdaydı. Elinden iş gelen bir teknisyene şunu çalıştıralım diye saati depodan çıkarıp binanın Millî Mücadele Caddesi tarafına bakan dış cephesine monte ettik. Ara bağlantıları da sağlayınca 55 yıllık tarihi saat çalışmaya başladı. Caddeden gelip geçen saatimize hayranlıkla bakıyorlardı. Biz de saatin işe yaramasına sevindik. Ama çok geçmedi sanırım nazar değdi, saat çalışmamaya başladı. Biraz uğraştık olmadı. Maalesef sökmek zorunda kaldık. İçerde duvarda monteli kumanda kısmını da sökmek zorunda kaldık. Yerine benim o vakitler yaptığım bir yağlı boya tablosunu astık.
Bekçilerimizin biri hasta olunca Ulus’taki güvenlik amiri Ulus’tan bir bekçi yollayacaklarını bildirdi. Sabah işe geldiğimde baktım kapıda Ulus’tan gelen bekçi, bir an göz göze geldik. Adam biraz mahcup, yüzünü kaçırır gibi ayağa kalktı. Evet bu oydu. İlk işe başladığımda Ulus’taki başmüdürlükteydim. Çerkeş sokakta İbadullah Cami’nin imamı bizim köylü idi ve beni ziyarete gelmek istemiş. Ama her defasında bu bekçiye takılmış. Bekçi “Öyle birisi yok” diye geri çevirirmiş. Bir gün aşağıya inip dışarı çıkmak isteyince bizim hocayı yine aynı bekçiyle tartışırken gördüm. Yine aynı şekilde hocayı geri gönderiyormuş. Konuşmalarına ben de şahit olunca, bekçi bir hayli bozuldu. Kendisine “Benim burada çalıştığımı bilmiyor musun?” deyince misafirimin yanında azarlar gibi “Askerliğini bile yapmamış dünkü çocuklar bize hükmetmeye çalışıyor” diye bağırınca misafirimi alıp uzaklaştım. İşte o bekçi 4 yıl sonra santralime görevlendirilmişti. Neyse olayı hiç hatırlatmayayım dedim. Geçmişte hiçbir şey yaşanmamış gibi davrandım
Yenişehir anılarımdan bazıları bunlardı.