MATRİX, MORPHEUS, METAVERSE...

Yetenekli bir yazılımcı olan Thomas Anderson (Keanu Reeves) geceleri ‘Neo’ takma adıyla bilgisayar korsanı olarak sanal alemde gezinmektedir. Tanıştığı Trinity adlı bir yabancı (Carrie-Anne Moss) onu sanal yeraltı dünyası Matrix’e götürür. Burada devletin siber terörist olarak tanımladığı Morpheus (Laurence Fishburne) ile tanışır. Onun sayesinde, aslında yaşadığı dünyanın gerçek olmak yerine şeytani bir siber zekânın kurguladığı bilişim simülasyonu olduğunu öğrenen ‘Neo’ için artık iki farklı yaşam başlamıştır. Gündüzleri diğer yazılımcılar gibi profesyonel işini yapmakta, geceleri ise Matrix’e girip, kendisine verilen görevleri yerine getirmektedir. 63 milyon dolara mal olmasına karşın, 1999 yılında gösterime girdikten sonra tüm dünyada 500 milyon dolara yakın hasılat getiren ilk ‘Matrix’ filmini izleyenler, herkesin kendi benliği ile kolaylıkla girebileceği bir siber alemin kapılarının aradan sadece 20 yıl geçtikten sonra açılacağını hayal etmişler miydi?

Biraz daha geriye gidelim. 1802-1885 yılları arasında yaşamış ünlü Fransız yazar, şair, düşünür Victor Hugo ‘’Geleceği gerçekleştirmek için onu hayal etme gibisi yoktur’ demişti. Her ne kadar ‘hayal etmek’ biçiminde ifade etmek doğru olsa bile ‘hayal kurmak’ deyimi anlamsal olarak daha kapsayıcı ve gerçek (intrinsic) bütüncüllüğü ortaya koyuyor. Hayal sözcüğünü ‘kurmak’ eylemi ile birarada kullanan başka bir dil var mıdır, bilinmez. Türkçede ‘hayal kurmak’, sonucu olduğuna, parçaların bir araya getirilerek gerçekleştiğine işaret eden bir terim.

Her ne olursa olsun, insan düşünme yetisini geliştirdikçe hayal ettiği evrenin sınırlarını da genişletti. Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki; Homo Sapiens olarak adlandırılan günümüz insanının ataları bundan 200 bin yıl önce avlayıcı-toplayıcı olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Muhtemeldir ki; kurdukları hayaller  daha güçlü olmak, daha fazla avlanmak, daha çok çeşitli yiyecek bulmak üzerineydi. Zaman içerisinde, bundan 12 bin yıl önce yerleşik topluma geçilmesine kadar iki yüzyıl süresince hayallerinin sınırları çok az genişlemişti. Tarımı öğrendikten sonra dinlerin ortaya çıkmasıyla gördüğü, ayak bastığı, tadını bildiği, soğuk-sıcak olduğunu anladığı dünya, uzaktaki yıldızlar, ay-güneşten başka evrenlerin de hayalini kurmaya başladı. İnanç önderleri hayal kuran insanlara rehberlik ediyor, onların neleri gözlerinin önünde canlandırması gerektiğini öğütlüyordu. Yeniden dünyaya gelme (reankarnasyon) inancıyla eksikliklerini, yoksulluklarını, güçsüzlüklerini bunların tam zıtlarının hayallerini kurarak, yeniden yaratıldıklarında bambaşka biri olacaklarına inanarak geçiştirdiler. Yine de her şey zihinde, kişisel ve zamana-mekana bağlı olarak gelişiyordu.

1800’lü yılların sonlarına yaklaşırken, Fransa’da Louis Francis Patrick Jean ve Auguste Marie Louis Nicoas Lumière kardeşler kamera ile projektörü bir araya getirerek ‘Sinematograf’ denilen bir aygıtı icat ettiler. O tarihte bu aygıt ile senaryo yazıp, film çekmek pek akla gelen şey değildi. Olanaklı da değildi. Onun yerine belgeleme için kullanılıyordu. Sinematografiyi tasarlayıp gerçekleştiren Lumière kardeşlerin ilk kısa filmleri aradan yıllar geçtikten sonra 1895’te sinemalarda gösterilmeye başlandı. Özellikle Louis Lumière kardeşine göre daha fazla beceriye sahipti. Kardeşinde olduğu gibi kendisinde de olan mühendislik bilgisinin yanısıra ondan farklı olarak biyoloji birikimi de vardı ve sihibazlık da yapıyordu. Filmlerini elle çevirerek çekiyorlardı.

Sinemadaki insanlar ‘hayal kurma’ eylemini kişisel olmaktan çıkarıp ‘kollektif hayal kurma’ süreciyle gerçekleştirmeye başladılar. Sonraları senaryolarla zenginleştirilen filmleri izlemek için sinema salonlarını dolduran izleyiciler beyaz perdede gördüklerini gerçekmiş gibi algılıyor, onlara gülüp, onlarla ağlıyor, günlerce etkisinden kurtulamıyorlardı. Renkli filmler çekilmeye başladıktan ve Holywood filmleri popülerleştikten sonra izleyicilerin hayallerinin kurgulanması onların denetiminin dışına çıktı. Senaristler, kameramanlar, yönetmenler, yapımcılar insanların hayallerini kurguluyor, onları isterlerse güldürüyor, isterlerse ağlatıyor, isterlerse öfkelendiriyor, istelerse korkutuyordu. İlki 1975 yılımnda gösterime giren ‘Jaws’ filminden etkilenen pek çok insan binlerce insanın köpekbalıkları tarafından parçalandığına inanıyor, başına aynı şeyin gelmemesi için denizde yüzemiyordu. Oysa, gerçekte, köpekbalığı saldırısına uğrayan ve yaşamını yitiren insan sayısı istatistiklere girmeyecek kadar azdı.

1909 yılında yine iki Fransız mucit Georges Rignoux ve Agustin Fournier görüntüyü bir yerden başka bir yere anlık aktarmayı başardılar. İki yıl sonra Rus Boris Rosing ve öğrencisi Vladimir Zworykin aktarılan görüntüyü Katot Işını Tüpü (CRT) kullarak gösterdi. Ne var ki; görüntü henüz hareketli olamıyordu. Beş yıl sonra, İngiliz Archibald Low Londra’da bulunan Otomobil Mühendisleri Enstitüsünde ‘televista’ adını verdiği bir aygıtı tanıttı. Dünya basını bu gösterimi ‘görüntünün kablosuz olarak izlenmesi’ diye duyurdu ve geniş yankı buldu. Aynı yıl Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla bilimsel çalışmalar genellikle başka alanlara kaydı.

Elekronik özelliklere sahip ilk televizyon, 7 Eylül 1927 yılında, San Francisco’da Philo Taylor Farnswort tarafından dünyaya tanıtılıdı. Farnsworth hareketli görüntülerin radyo dalgalarıyla taşınabileceğini kanıtladığında henüz 21 yaşındaydı ve 14 yaşına dek evlerinde elektrik olmamıştı. Farnswort’un televizyonundaki ilk görüntü Amerikan Doları simgesiydi. Çünkü onun çalıoşmalarına parasal destek sağlayan yatırımcı ‘Bu işten ne zaman para kazanırız?’ diye sormuştu. Her ne kadar Dolar simgesi gösterilmişse de, para kazanmak için on yıldan daha fazla beklemek gerekti. NBC markasıyla yayın yapan ağın sahibi RCA firması televizyon işine 50 milyon Dolar ayırdı. İşin başına Boris Rosing’in öğrencisi Vladimir Zworykin’i getirdi. Bu kez, 1939’da İkinci Dünya Savaşı başlamadan az önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin o zamanki Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in New York Dünya Fuarı’ndaki Açılış Konuşması televizyonda yayınlandı. RCA ile  radyo yayıncılığı alanında rekabet eden Columbia Bradcasting System şirketi 1941’de her gün 15 dakika televizyonda haber sunmaya başladı. O günden bu güne televizyonlar çok gelişti. Televizyon yayıncılığı yaygınlaştı. Artık mekandan bağımsız olarak yolculuk sırasında bile cep telefonundan televizyon izleyebiliyoruz. Bizi hiç görmediğimiz yerlere götürüyor. Bize hiç bilmediğimiz insanları tanıtıyor. Hiç aklımıza gelmeyecek hayalleri kurduruyor. Hayallerimiz evrim geçirdi.

Şimdi ise, artık hayallerimizin yönetmenlerinin olacağı bir döneme giriyoruz. Üstelik yönetmenimizi seçme fırsatımız da olmadan. Önümüzdeki on yıl içerisinde ‘Metaverse’ dünyasıyla tanışacağız. Hayal kurup, başkalarının kurduğu hayallere katılacağız. Kurduğumuz o hayali anında yaşayacağız. Olmasını istediğimiz olmuş gibi karşımızda duracak. Göreceğiz, duyacağız, dokunacağız, tadacağız, hissedeceğiz. Bütün bunlar beş duyumuzu kullanmak yerine o duyuları algılayan organları ‘by-pass’ edip, doğrudan beynimizi uyararak olacak. Öte evrenlerde ne olmak istiyorsak o, kiminle olmak istiyorsak onunla olacağız. Ne yapmak istiyorsak onu yapabileceğiz. Sabah başka, öğlen başka, akşam bambaşka kişiliğe girebileceğiz. Alaaddin’in sihirli lambasındam çıkan cin hep yenımızda olacak. Her isteğimizi yerine getirecek. Uçan halıyla uçar gibi bir evrenden ötekine bir anda geçivereceğiz. Her birimiz birer zaman bükücü olacağız. İngiliz yazar, matematikçi ve fotoğrafçı Lewis Carroll'ın 1865 yılında kaleme aldığı kitabında betimlediği ‘Harikalar Diyarı’nda gezinen Alis’ler olacağız.

Her şey, bu kadar masum, bu kadar yaratıcı, bu kadar eğlenceli mi olacak? Çocuk masallarında anlatılanları yaşayıp, çocuklar kadar şen, coşkulu, heyecanlı mı olacağız? Bastırılmış duygular, kabarmış arzular, etik değerlerin dışına taşmış düşünceler, hırslar, nefretler, şiddet dürtüleri, zorbalıklar, kural tanımazlık, zaafiyetler, aşırı duyarlılıklar ne olacak? Bunların denetimi, daha doğrusu dizginler kimin ya da kimlerin eline geçecek. İçine kolayca girivereceğimiz öte evrenlerden girdiğimiz gibi kolayca çıkabilecek miyiz? Çıkamayıp, sonsuza dek orada kalırsak ne olur? Kaç kişiliğimiz olacak. Çocuklarımızı, ailemizi, değerlerimizi, insanlığı nasıl koruyacağız? Kimlerle arkadaşlık edip, nerelerde buluşacaklar? 2022 yılının sözcüğünü dünyanın en tanınmış sözlük yayıncılarından Merriam-Webster ‘gaslighting’ olarak belirledi. ‘Gaslighting’ olmamış şeylerin olmuş, olmuş şeylerin olmamış gibi algılatılmasının psikoloji bilimindeki adıdır. Şimdiden iki boyutlu biricik evreninimizde bile bu denli etkili uygulamalarına tanık olduğumuz ‘gaslighting’ sendromunun bir de çoklu sanal (siber) evrenlerdeki üç boyutlu uygulamalarını hayal edin(!).

Eski Türk filmlerinde  sıklıkla işittğimiz repliklerde, bir gece klübünün kapısında parası olmayan meraklı gencin, kapıdaki güvenlik görevlisine dediği ‘arkadaşa bakıp çıkacağım’ cümlesinin Metaverse dünyasında geçerli olmayacağını bilmekte yarar var. Yeni, olağandışı, bir o kadar da ürkütücü bir deneyime hazırlanın.