Ayaklarımızın altından zeminin kaymasının üzerinden yetmiş yedi gün geçti… Sahiden geçti mi o kadar gün! Yetti mi acılarımızı dindirmeye. Onca gün geçti evet; ama sadece takvim yapraklarında. Oysa hayaller, sevdalar, hatıralar 6 Şubat sabahında ya asılı ya da göçük altında kaldı. Sadece Hatay, Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Kilis, Osmaniye, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adana yerle yeksan olmadı karlı soğuk o Şubat sabahında. Memleketin her bir köşesi yandı yıkıldı tıpkı bağrımız gibi. Akrabamız, komşumuz, tanıdığımız tanımadığımız ne kadar çok canımızı bıraktık göçük altında. Takvim yaprakları birbiri ardınca düşerken önce cemreler düştü sırasıyla suya, havaya, toprağa, yüreğimiz ısınmadı hiç. Ardından Nevruz geldi yaktığı ateşe inat, hala yüreği üşmeyen var mı? Çanakkale’de gençliği, sevdaları, umutları siperler altında kalan kahramanları rahmet ve minnetle andık. On bir ayın sultanı Ramazan’ın ardından bayramı da geçirdik yüreğimiz buruk. Sonra umudumuz çocuklarımıza armağan edilen Kurtuluş Savaşı’nın otağı Gazi Meclis’in açılışının 103. yılını kutladık.
Yıkılan her bir şehrin gönül coğrafyamda bir hatırası var. Kiminde az kiminde çok. Bazıları sadece içinden gelip geçilen uğrak mekanları, bazıları ise hayatımın merkezine oturmuş.
Benim için Hatay sevdanın şehridir; Dedem Korkut deyişiyle başımın bahtı evimin tahtı can yoldaşım Hatay’da doğup büyümüş sokaklarını arşınlamıştır. Meslek hayatım boyunca defalarca araştırmaya gitmişliğim vardır bu şehre. Sarımiye Camisi’nin minaresinden (merdivenleri hiç de kolay çıkılmaz bu arada) şehri seyredip, ipekçiliğin duayeni Hasan Büyükaşık’ın kozayı aşkla ipek haline getirişini izlemişliğim vardır. Şehir kulübünde bir akşamda masamıza getirilen onlarca lezzetin adanmışlıkla hazırlanışına şahit oldum. Gördüğüm her iş aşkla yapılmıştı.
Şanlıurfa benim için henüz 23 yaşında yeni atanmış bir folklor araştırmacının ilk gurbetidir. İlk gittiğim zamanlar sokaklarında çarşılarında dolaşırken kendimi başka bir dünyada başka bir boyutta hissederdim. Haşimiye Çarşısı’nda kürklerine sarılıp bağdaş kurup oturan esnaf, bakırcılar çarşısında dinmeyen çekiç sesleri o zamana kadar yaşadığım her yerden daha başkaydı. Dört yıla yakın zaman geçirdim bu şehirde. Kurduğum nice dostluklar, arkadaşlıklar ve tabiki düşmanlıklarla bana çok şey kattı, benden çok şey de götürdü. Zamanının bilgesi bakırcı Mahmut Çirkin amcayı, sesi ve muhteşem yorumuyla Kazancı Bedih’i bu şehirde tanıdım. Bakırcılar, gümüşçüler, dokumacılar, ahşap sanatkarları her birisi zenginliğim oldu. Zor zamanlarda Halilürrahmanda el açılıp edilen dualar derman oldu kanayan yaralarıma. Kaleye çıkıp mancınıkların altından şehre baktığımda sadece Eyüp ve İbrahim Peygamberlerin değil Nemrut’un da şehridir burası deyip teselli buldum.
Kahramanmaraş araştırması ne kadar keyifli bir o kadar da zor geçmişti. Bürokrasi çarkları arasında araştırma aracının bir türlü temin edilemeyişi yüzünden kültür müdürlüğü idarecilerinin özel araçlarını bize tahsis etmesi, evlerini sofralarını bize açmalarıyla zorluklar aşılmış güzel arkadaşlıklar kurmuştuk.
Adıyaman; Kahta’da baraj kıyısında geçirilen bir gecenin sabahında Nemrut’a çıkış, muhteşem gün doğumu ve ilk kez ölümün soğuk yüzüne şahit olmanın acısı.
Malatya çocukluğumda hatırladığım ilk uzun yol hikayemdir. Kiraz ve kayısı bahçelerinde kafasını sepete sokan bir çocuk ve ardından arının iğnesi ile ilk buluşmasıdır benim için.
Dedim ya hatıralar, sevdalar hayaller asılı kaldı 6 Şubat sabahında. Ama umutlarımız; umutlarımızdan asla vazgeçmedik. Atsız’ın dediği “Ümit en son terk olunan şeydir. Ümitlerimiz kırık değildir” neden mi?
Bu millet kaç kez yanıp yıkılıp küllerinden yeniden doğdu. Sadece son yüzyılda kaç örneğine şahit olduk Zümrüdüanka misali yanıp küllerimizden yeniden doğup serpilmemizin.
1915 Çanakkale; yüzyılı aşkın yenilgiler hüsranların üzerine bir dehanın liderliğinde hayallerini, sevdalarını, canlarını hiçe sayan yüzbinlerce vatan evladının toprağa sıra dağlar gibi düşüp Çanakkale’yi geçilmez kılmalarının üzerinden yüz yıldan fazla geçti. Çanakkale değil midir Türkün ümitlerini yeniden yeşerten yağmur! Çanakkale değil midir milli mücadelenin fitilini ateşleyen ruh!
Kurtuluş savaşı; hasta adam diyerek, memleketin her karış toprağını işgal edip, tersanelerine girip, ordusunu terhis edip, son nefesini vermeden üşüşüp mirasını bölüşmek istemedi mi yedi düvel. Halbuki Türk henüz son sözünü söylememişti. Her ferdi nefer olup düşmana göğsünü siper etmedi mi? İşte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 103. yılını kutladık bu Nisan’da. Samsun’da tutuşan ateş, Amasya, Erzurum, Sivas’da meşale olup Ankara’da düşmanı yakmadı mı? Yüzbinlerce canımızı kara toprağın bağrına verip küllerinden yeniden doğdu tıpkı Zümrüdüanka gibi bu ülke.
Nevruz’a bakalım; gönlümüzdeki kara kış halen devam etse de bahar geldi, geliyor işte! Ağaçlar tomurcuklandı, ardından çiçekleri açtı, ekinler yeşermeye başladı bile. Aylarca kuru dallarıyla soğuğa, kara, kışa, borana dayanıp sonra tomurcuklanıp çiçek açan ağaçlar bize küllerimizden yeniden doğmayı hatırlatmıyor mu? Ya aylarca toprağın bağrında yatan tohumların Nevruz ile yeşerip boy atmaları umutlarımızı tazelemiyor mu? 21 Mart’ta bütün Türk dünyasıyla birlikte buruk da olsa kutladık Sultan Nevruz’u. 21 Mart’ta gece ile gündüz eşittir, bu ise doğa ile insan arasındaki ilişkiyi anlatır bize. En kadim bayramlarımızdandır Nevruz. Türk dünyasını ortak bir payda etrafında toplar, geniş bir coğrafyada kutlanır. UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesinde insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen Nevruz, Türkler ve komşuları tarafından Kuzey yarımkürede bayram olarak kutlanılmaktadır. Söyleyiş bakımından çok yakın kelimelerle anılan Nevruz ayrıca Ergenekon, Yumurta Bayramı, Mart Dokuzu gibi isimlerle de bilinir. Ergenekon Bayramı da denilmesinin sebebi nedir diye soralım o zaman. 21 Mart, Türk’ün dirilişini anlatan Ergenekon’dan çıkış destanını nasıl hatırlatıyorsa, doğanın kış uykusundan uyanmasını da bize müjdelemiyor mu?
Elbette yaralarımız sızlıyor, canımız yanıyor. Bu yara iyileşir bir gün normale döner miyiz bilemem. Normale dönmek istiyor muyum onu da bilemiyorum. Galiba istemiyorum. Bu yara hep daim sızlamalı ki aynı boş vermişliğe, adamsendeciliğe, bize bir şey olmaz aldatmacasına geri dönmeyelim. Normale dönmek istemiyorum evet. Birbirimizi yemeğe, kutuplaşmaya, polemiğe geri dönmek istemiyorum. Başta demiştim ya, Hatay aşkın şehridir her iş aşk ile yapılır diye; tek istisnası galiba binalarmış. İnşaat işinin ucundan tutan işini layıkı ile yapmayan herkesin vicdanı da bu yıkıntıların altında ezilmeli. Kanun önünde hesap vermeli cezalarını bulmalı. Normale dönmek istemiyorum. Yapanın yaptığı yanına kar kalmamalı.
Küllerimizden yeniden doğacağız inanalım buna. Ergenekon vadisinden demir dağı eritip çıkan atalarımız gibi, Çanakkale Boğazı’nı geçilmez kılan ruh gibi, yedi düvele meydan okuyup bağımsızlığını şeksiz şüphesiz kazanan dirayetle, ferasetle, azimle cumhuriyeti kuran yürekler gibi, her bahar yeniden yeşeren dallar gibi biz de küllerimizden doğacağız Zümrüdüanka misali. Yeter ki elele, gönül gönüle verelim birbirimizden vazgeçmeyelim. Dilimiz sevgiyle söylesin gözümüz aşkla baksın, işimizi aşkla yapalım…