Hep içinde bulunduğum, hayata geçmesine şahit olduğum bir projeyi anlatmayacağım. Bazen de bu süreç içerisinde hayatımızı etkileyen bazı olayları paylaşmak istiyorum. O gece Ankara’nın zemini en sağlam bölgesinde (Dikmen Sırtları) oturmama rağmen gece saat 3 civarlarında bir sarsıntıyla uyandım. Gözüme uyku girmediği için alt kata inip TV’yi açtım. Haberler kötüydü. İzmit-Sakarya bölgesinde hatta İstanbul’da yıkılan evlerin görüntüleri televizyon ekranlarına yansıyordu.
Gün içinde Türk Telekom’a uğradım. Bilgi İşlem Dairesinde çalışan arkadaşın odasında televizyonu izlerken yıkılan binalar, yakınlarını kaybetmiş ailelerin hazin görüntüleri karşımızdaydı. Sunucu sürekli fırınların da yıkıldığını ve halkın bir dilim ekmeğe muhtaç hale geldiğini söylüyordu. O an Telekom’daki arkadaşımla deprem bölgesine gitmeye ve elimizden gelen yardımı yapmaya karar verdik. Akşam ben eve geçtiğimde, arkadaşım Türk Telekom’dan iki tane kamyonu ayarlamıştı bile. Daire içerisinde yardım etmek isteyenler için çağrılar da yapılmıştı. Depremin ikinci günü Etlik’teki bir fırından kamyona ekmekleri doldurduk, marketlerden de 5 litrelik bidonlar dolusu su aldık. Arkadaşıma, ben ayrıca bir şeyler alacağım diyerek yanından ayrıldım. Döndüğümde arabalar harekete hazır beni bekliyorlardı. Arkadaş kutunun hafif açık kalmış kısmına bakınca içinde çikolata olduğunu gördü. Bana millet “Açlık derdinde sen de çikolata mı alıyorsun?” diyerek sitemde bulundu.
Sabah erken saatlerde Düzce’ye ulaştık. Parkın yanı başında NETAŞ’ın kurmuş olduğu santral binasına girelim istedik. Bekçiler tehlikeli deyince bundan vazgeçtik ama az sonra Türk Telekom’dan Santrallerden sorumlu Daire başkanı Mehmet Taşaltın Bey gelince onunla beraber binaya girdik. Santralimiz çalışır durumdaydı. Ancak binada yer yer çatlaklar vardı. Dışarda santral amiri Âdem Bey ile karşılaştık. İlginç olan şuydu ki kendisine 1983 yılında PTT Eğitim Merkezi’nde eğitim vermiştim. O nedenle beni bir NETAŞ’lı olarak değil de hocası olarak görüyordu. Ne yazık ki 12 Kasım 1999 Düzce Kaynaşlı depreminde de Âdem Beyi kaybettik
Akşama doğru Sakarya’ya geçtik. Türk Telekom’dan bir arkadaşımızın eşi sağlıkçı olduğu için Ankara’dan buradaki devlet hastanesine geçici görevle gönderilmiş. Sakarya devlet hastanesinin -artık morg olarak kullanılan- geniş salonunda bulduk kendisini. Eşinin gönderdiği emanetleri teslim ettikten sonra yerde uzanan beyaz kefen içindeki çok sayıda cesetlerin arasından kendimizi dışarı zor attık. Kapıda bekleyen soğutmalı tırlar bu cesetleri defnedilecekleri şehirlere götürmek üzere bekliyorlardı.
Ertesi sabah ekmekleri bırakmak üzere Valiliğin önüne gittiğimizde binanın merdivenlerine kadar ekmek torbaları yığılmıştı. Sanırım herkes bizim gibi düşünmüştü. Sakarya Telefon Santral Binası’na geçtik. Binanın yan duvarları kırılmış ve cephesi tamamen dışarıya bakıyordu. Daha önce Data Eğitimi verdiğim Sakarya Telekom’dan teknisyen arkadaşla 2. kattaki Data sistemlerinin olduğu salona biraz da korkarak çıktık. İlginçtir sistem ayakta ve çalışıyordu.
Sonra evsiz kalan halkın toplandığı çadır kente geçtik. Kimsenin ekmeğe ihtiyacı kalmamıştı. Biz de getirdiğimiz suları dağıttık. Daha sonra İzmit’e geçtik. Kısa süreli santral binası ziyaretinden sonra depremin asıl merkezi olan Gölcük’e geçelim dedik. Ancak yolda bizi ellerinde sopalar ile gençler bekliyordu. Şehir trafiği çok fazla ve tek ana yol olduğu için bizi geçirmek istemediler. Ancak biz “Telekomcuyuz” dedik ve arızayı giderme amaçlı geldiğimizi belirttik. Kimliğimizi ibraz edince bizim geçmemize izin verdiler. Bu sırda bölgede iki gündür haberleşmenin kesik olduğunu da öğrenmiş olduk. Tabii bu tür felaketlerde haberleşmenin önemini söylemeye gerek yok. Hava sıcaktı. Deniz tarafından gelen esinti halen betonların altından çıkarılmamış cesetlerin kokusu yarı yıkılmış binaların tül perdelerini de estirerek burnumuza kadar geliyordu.
Şehrin çıkışına varmadan yolun sağ altında kalan Telekom binasına vardığımızda binanın girilecek gibi olmadığını anladık. Biraz yukarıdaki tepelik mevkide depremin evlerini yıktığı vatandaşların kurduğu çadırlarının yanına geçtik. Yine ekmek dağıtamadık. Çok sayıda çocuğun oynayıp koşuşturduğunu görünce aldığım çikolata ve gofret kutusu aklıma geldi. Arabanın kasasından indirip çocukların arasına girdim ve onları yanıma çağırdım. Birer ikişer gelirken geldiler. Birden etrafın kalabalıklaştı, kısa sürede çikolata kutusunu boşalttım. Ankara’dan çıkarken “Bu çikolata ve gofrete ne gerek var” diyen arkadaşım “Sen bu işi çok iyi biliyormuşsun” diye bana iltifatta bulundu.
Aynı gün dönüş yolunda aynı gençler yine önümüze çıktılar. “Telekomcuyuz” diye izin aldığımız genç “Hani santralleri düzeltecektiniz, biz hala telefon ile irtibat kuramıyoruz” diyerek bizi hafif yollu azarladı. Depremzedelerin yönlendirmesiyle, elimizde kalan biraz da bayatlamış ekmeklerle bu kez Hendek’in yolunu tuttuk. Oradaki belediye yetkilisi bizim adımıza dağıtın deyince bu kez rotayı Akyazı’ya kırdık. Hava henüz kararmamıştı. Akyazı’daki futbol sahasının ortasında çadırlara toplanmış ve pek kimsenin uğramadığı depremzedelerin yanına gidip ekmeklerimizi nihayet dağıtabildik. Beraber geldiğimiz şoförler “Bir gece daha kalamayız, iznimiz bu kadar” deyince “Bizi Hendek’e bırakın, biz kendimiz döneriz” dedik. Ertesi gün otostopla çevirdiğim 61 plakalı minibüse bindiğimde arka koltuk ta iki ceset önünde gözleri yaşlı kadın ve çocuklar vardı. Gerede sapağına kadar birlikte gittik. Oradan da şehirlerarası bir otobüse binip bu acı, hüzün dolu macerayı tamamlamış olduk.