TÜRK SİNEMASININ SİNEMACILAR DÖNEMİNDEN YEŞİLÇAMA SERÜVENİ

Türk Sineması dizi yazısının üçüncü bölümünü Sinemacılar Dönemine geçiş ve Yeşilçam yıldızlarının parlamaya başladığı süreç oluşturuyor. Türk sinema tarihinde 1922 yılından 1940 yılına kadar ki sinema tecrübesinin tiyatrocular dönemi olarak adlandırıldığını daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Özkan Karaca, 1939 yılında Faruk Kekenç’in ilk filmi Taş Parçası filmiyle birlikte tiyatrocular döneminin sona ermeye başladığını ve özellikle doğrudan sinemacıların sektörde boy göstermeye başladığı döneme girildiğini belirtmektedir. 1939’dan 1952 yılına kadar geçen döneme Geçiş Dönemi denilmektedir. Bu dönem Muhsin Ertuğrul’un yanı sıra ondan büyük ölçüde etkilenen ancak tiyatronun egemenliğinden koparak sinema sanatına yakınlaşma arayışları içinde olan bir kuşağın Türk Sinemasında öne çıkmaya çalıştığı bir dönemdir.

Türk sinemasının bu dönemde önde gelen isimleri eğitimlerini yurtdışında yapan ve sinema ile ilgili ses mühendisliği, fotoğrafçılık vb alanlarda çalışmıştı. Bu dönemin temsilcileri; Faruk Kenç, Baha Gelenbevi, Şadan Kâmil, Turgut Demirağ, Şakir Sırmalı, Çetin Karamanbey, Aydın Arakon, Orhan Murat Arıburnu gibi isimler olmuştur.  40’lı yıllar ikinci dünya savaşının ilk yılları olması sebebiyle kıta Avrupasında sinema sektörü durma noktasına gelmiş bu yüzden Amerikan ve Mısır filmleri ülkemizde de gösterime girmiştir. Faruk Kekenç’in 1943 yılında çektiği Dertli Pınar filminde ilk defa dublaj yöntemi kullanılmıştır. Bu önemli dir çünkü hem film maliyetleri düşmüş hem de onlarca yıl süren İpekçilerin ses stüdyo hegemonyası tekeli kırılmıştır.

Bu dönemde Türk Sinemaları'nın ilk sesli ve TürkMısır ve Yunan ortak yapımı olan İstanbul Sokakları'nda filmi çekilmiştir. Ayrıca ilk kısa metraj filmler ve dönem filmleri bu dönemde çekilmiştir. 1931-1950 yılları arasındaki en önemli gelişme Türk Sineması Cemiyetitarafından düzenlenen yarışma olmuştur. Yarışmada Şakir Sırmalı'nın filmi Unutulan Sır "en güzel film" seçilmiştir. 1949 yılında çekilen Çığlık, ilk Türk korku filmi, 1953 yapımı Halıcı Kız filmi ise çekilen ilk renkli Türk filmi olmuştur.

Türk sineması kendini belirgin bir biçimde göstermesi, edebiyattaki gelişime paralel olarak 1950’li yıllarda olmuştur. Bu yıllar aynı zamanda Muhsin Ertuğrul’un ülkemize hediyesi olan Tiyatrocular Dönemi’nden, Sinemacılar Dönemi’ne geçişin, Türk sinemasında yeni ve özgün bir dil arayışının başladığı yıllardır.

Ömer Lütfi Akad’ın, 1949 yılında çektiği Vurun Kahpeye filmi, Tiyatrocular Dönemi’nin kapanmasını sağlayan ve Sinemacılar Dönemi olarak adlandırılan yılların başlamasına neden olan film olarak Türk Sinema tarihine geçmiştir. Filmin çekildiği dönem tek partili rejimin sona erip Demokrat Parti rejiminin yönetime geldiği yıllardır. Devletçi anlayışın ardından, liberal politikaların uygulanmaya başladığı süreç, ekonomiyi bir miktar hareketlendirmiş bunun yanında sinema sektörüne yönelik vergilerde indirime gidilmesi, Türk sinemasındaki üretimi hızlandırmıştır. Bu dönem içerisinde dönemin iktidarının Türk filmlerini gösterecek olan sinemalara yüzde elliye yakın oranda vergi indirimi sağlaması, sermaye sahiplerini ve iş adamlarını film sektörüne çekmiştir.

1950’li yılların Sinemacılar Dönemi olarak anılmasında, özgün dil arayışları içine giren genç kuşak yönetmenlerin varlığı, Türk sineması için önemli bir dönemeç olmuştur. Ömer Lütfi Akad da bu dönemde, çektiği ticari filmlerin yanı sıra hem kendi sinema üslubunu hem de Türk sinemasının kendine has dilini oluşturacak çok güçlü denemelerde bulunmuştur. 1949 yılında Vurun Kahpeye filmiyle başlayan bu süreci, Erman filme çektiği Lüküs Hayat, Tahir ile Zühre ve Arzu ile Kamberfilmleri izlemiştir. Sinematografik olarak da başarılı olan Vurun Kahpeye filminin yarattığı etki diğer üç filmde yakalanamamış, özellikle gişede yaşanan başarısızlık Erman film ile Akad’ın yollarını ayırmıştır.

Türk sinemasının tiyatrol üsluptan ayrılarak sinematografik unsurları öğrene-yanıla uygulamaya çalışan bir sinemacı kuşağına geçişinin hemen arkasından, bu alanda önemli ustalar yetişmiştir. Sinemayı sahada öğrenen, “ustasız usta” olarak bilinen bu isimler kimi zaman melodram geleneğine bağlı kalan filmler yapsalar da belli noktalarda gerçekçi biçime de vurgu yapmışlardır. Ancak yine de bu dönem boyunca var olan gerçekçilik daha çok başlangıç özelliğine sahip, kendinden sonra gelecek bir sinemacı kuşağına öncü olabilecek niteliktedir. Özellikle toplumsal-politik bir gerçekçiliği dile getirmek konusunda oto-sansür söz konusu olsa da o yılların koşulları içinde önemli bir yolun açılmış olduğu söylenebilir. 1950’lerden başlamak kaydıyla 1960’lara varıldığında, üslup yönünden önemli bir yol kat edilmiş, gerçekçi dil belirginleşmeye başlamıştır.

Türk sinemasının kendine has dilini geliştirmesi konusunda bazı gecikmelere neden olmuşsa da özellikle 1950’li yılları takip eden gelişmeler, yeni bir sinemacı kuşağının üretime geçmesine olanak sağlamıştır. Özellikle 1950’lerden sonra belirgin bir değişim içine giren sinema, yapım, yönetim, oyunculuk ve daha birçok konuda önceki dönemi ile bir ayrışmaya gitmiş ve kendini sinema içerisinde yetiştiren bir sinemacı kuşağına deneyim alanı sağlamıştır.

1952, 1963 yılları arasında sinemacılar dönemi olarak adlandırılan dönem Türk Sinema Tarihinde önemli yer tutar. Sinema sektörü açısından bakıldığında da 1950’li yıllarda çarpıcı değişikler görülmektedir. 1950’li yıllarda sinema sektöründe sermaye birikiminin yeterli düzeye ulaşmadığı görülmektedir. Böylece artan film talebini karşılamak isteyen yapımcılar, yönetmenler ortak yapımlara girişmişlerdir. Köyden kente göç eden kesimin; teknolojik olanakları ve talebi karşılama oranı günden güne artan sinema sektörüne seyirci olarak katılmasıyla beraber, 1940’lı yılların sonlarındaki 20 milyon kişilik seyirci toplamı 1958-59 yıllarında 60 milyona ulaşmış, koltuk sayısı ise 175.000’den 400.000’e yükselmiştir. (Erkılıç, 2003: 68). Gürmen ise, 1950’li yıllardan itibaren yerli film seyircisinin sayısı hızla arttığını 1950 yılında İstanbul’da yaklaşık 12 milyon olan seyirci sayısının 1955’te iki katına çıktığını aktarmaktadır (Gürmen: 2003: 65; Bozis: 1969: 4: 4). 1939 yılında İstanbul’da kapalı sinema salonlarındaki seyirci sayısı 6.899.455’tir.1941 yılında ise bu rakam 8 milyonun üzerine çıkmıştır. 1950’de ise seyirci sayısı yaklaşık 12 milyondur (Coş: 1969:12). O dönemde istatistik veriler çıkarılmadığından dolayı İstanbul dışındaki yerlerde bu oran kayıtlanmamıştır. İstanbul içinde ise ancak az sayıda istatistik veriler bulunmaktadır.

Artan film üretimi, 1950’li yıllardan itibaren Türk Sineması’nın daha fazla insan istihdam eden, daha fazla sayıda film yapan bir yapıda olacağının sinyallerini vermiştir. Daha fazla yapımcı ve yönetmen sahneye çıkmıştır. 1948 yılındaki vergi indirimi, yerli film yapımını daha kazançlı bir sektör haline getirmiş, artan yapımlar Türk Sineması’nın üretim açısından Altın Çağı olarak nitelendirilebilecek 1960-75 yıllarının temellerini hazırlamıştır.

1950’li yılların getirdiği en önemli olumsuzluklardan birisi de Türk filmlerinin arşivlerde çıkan yangınlar sonucu yok olup gitmesidir. Zaten filmlerin depolanmaları sırasında rutubet ve havasızlık gibi içsel sorunlardan kaynaklanan zayiatlar Türk Sineması’na büyük zararlar vermişken bir de “yangın” gibi dışsal bir etkinin ortaya çıkışı Türk Sineması’nı arşivleme sorunlarına sebep olmuştur.

1950’li yıllara bakıldığında, film üretiminde çok büyük bir artış yaşandığı görülmektedir. 1950 yılında 23 olan yerli film sayısı, düzenli olarak artmış, 1959 yılında 95 olmuştur. Seyirci sayılarında da büyük artış yaşanmış, geçen 10 yılda seyirci sayısı 2 kattan fazla artış göstermiştir. Bu da sinemaya olan ilgini arttığını göstermektedir.

1950-1960 döneminde ülke geçiş yıllarını yaşamaktadır. Toplumsal yapıdaki değişim; insan ve toplum yaşamında farklılaşmayı, bu farklılaşmayla yaşanan çelişkileri, sorunları getirir ardı sıra. Çağdaşlaşma yolundaki Türk romanı, bu geçiş dönemi insanının sorunlarına/gerçeklerine yönelir. Değişik yönsemelerin ortaya çıktığı, Türk romanının tematik olarak da zenginleşmeye doğru yöneldiği evredir (Andaç, 1989: 138).

1950’lerden sonra sinema artık bir hareket kazanmıştır, kazanmaktadır. Hareket, Muhsin Ertuğrul döneminde olduğu gibi tiyatrocuların çerçevenin içindeki hareketi, oyuncuların trafiği değil, çekimlerin dizilişinden, birbirine bağlanışı ve kurgudan kaynaklanan bir harekettir. Çevre artık sahne dekorları veya tiyatroya benzer platodaki dekorla sınırlı değildir, gerektiğinde ya da olanak bulunduğunda dışarıya, sokağa çıkılmaktadır... Kameranın hareket kazanması ve kurgunun artık bir çözüm haline gelmesi, bahsettiğimiz bu iki dönem arasındaki başlıca ayrılığı teşkil eder; açıların değişmesi ve işlevsel olmasıyla birlikte kamera ayrı bir önem kazanmış, yaratıcılığa kavuşmuştur.

Oyunculuk anlayışını da içine alan bu değişim, 1950’li yıllardan itibaren Türk sinemasının ifade biçimini değiştiren bir altyapı meydana getirmiştir. Sinemanın kendine has mizansen anlayışının oluşması, kurgunun teatral üsluptan kurtularak kendi geleneğini geliştirmesi; kostümden makyaja, mekân kullanımından oyunculuklara kadar yaşanan bu değişim, yeni gelen bu sinemacı kuşağının deneme-yanılma yoluyla öğrendiği yeni bir sinema anlayışını olanaklı hale getirmiştir. Bütün bu nedenlerle, 1950-59 arasındaki yıllar, Türk sinemasının kendi üslubunun yerleşmesi bakımından önemli bir dönem olarak kabul edilmektedir. Özön (1995: 229) bu dönemi “...sinemanın tiyatrodan ayrılmaya başlaması, sinema dilinin oluşması, yerleşmesi ve gelişmesi için yapılan çalışmaların” dönemi olarak nitelendirir. Bu yıllar içinde sinemanın tiyatro ile olan bağı zayıflamış ve tamamen sinema sektörü içinden yetişen, sadece bu alanı meslek edinmiş olan bir kuşak yetişmiştir.

Böylece gerçekçiliğin ve özellikle kırsala dair bir anlatıma sahip olan gerçekçiliğin izlenebileceği dönemin başlangıcı da aynı yıllara denk gelmiştir. Metin Erksan’ın 1952 yılında Âşık Veysel’in hayatını anlattığı Karanlık Dünyafilmi de bu çabanın bir ilk ürünü olarak hayata geçirilir ancak sansürle karşı karşıya kalır. 1952 yılında çekilen Karanlık Dünyafilmi de gerçekçi dili benimseyen bir sinema anlayışının başlangıç filmi olarak görülebilir. Belgesel dile daha yakın duran film, Âşık Veysel’in hayatını, gerçek mekânında anlatmaya çalışır. Köy gerçekliğinin sinemaya yansımasını temsil eden ilk filmler arasında olan Karanlık Dünya, “Türk toprağını kurak gösterdiği” gerekçesiyle sansüre uğramıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve bitmesi, Türkiye’nin Demokrat Parti ile gerçek manada çok partili hayata geçmesi, yeni yönetmenlerin ortaya çıktığı ve Yeşilçam sinemasının başladığı yıllar oldu. Faruk Kenç, 1940’lara kadar tek adam olan Muhsin Ertuğrul dışında yönetmenlik yapan ilk isimdi. "Taş Parçası" filmiyle sinemaya atılan Kenç, tiyatro kökenli olmadığından filmlerinde de tiyatro etkisi yoktur; ancak filmleri vasatın üzerine çıkamaz. Ertuğrul filmlerini sesli çekerken, Faruk Kenç filmi sessiz çekip sonradan seslendirerek Türk sinemasının hemen benimseyeceği bir uygulamayı başlatmış oldu. 1948’de yabancı filmlerden yüzde 70 alınan verginin yerli filmlerde yüzde 25’e düşürülmesiyle yeni yönetmen sayısında ve film üretiminde büyük artış yaşandı.

1950’lerden sonra sinema salonları Anadolu’da bir ölçüde yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Yeşilçam sineması dediğimiz dönem, daha çok 1950 – 1960 yılları arasını anlatır. Bu dönem sinemasının en bariz özelliği sinemanın bir eğlence niteliğinde hoşça vakit geçirme aracı olarak anlaşılmasıdır. Bol miktarda salon komedileri, kan davasını konu alan köy filmleri, aşk ve namus filmleri çekilmiştir. Bu dönem Türk sinemasının yapılanmasında önemli bir kilometre taşıdır. Türk sinemasında yılda iki yüzü aşkın film üretilmiştir.

1950 ile 1960 arasındaki on yıllık dönem, Türk toplumsal gerçekçiliği için büyük önem taşır. 1948–1959 yılları arısında Türk ulusal sineması için sağlam temeller atılmaya başlanmıştır. Ucuz melodramlar ve tiyatro oyunları dışında bir sinema kavramı ilk defa bu yıllarda oluşmuştur.

1950’li yıllar döneminin en ilginç özelliklerinden biri, piyasa romanı olarak adlandırılan romanların filme çekilmesidir. Bunlara örnek olarak Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Esat Mahmut uyarlamaları örnek olarak verilebilir. Bu tür filmler özellikle İstanbul’da geçen gündelik hayatı bir ölçüde şekilsiz modernleşmeci bir tarzda ele alınan filmlerdir.

İlk renkli Türk filmi Muhsin Ertuğrul’un 1953 yılında yönettiği "Halıcı Kız" filmidir.

1950–1960 yılları arasında iyice yaygınlaşan piyasa romanları uyarlamaları Türk sinemasında kalıcı izler bırakmıştır, hatta bugün bile o yılların sinemadaki izlerini görmek mümkündür. Türk sineması birkaç istisnanın dışında ne yazık ki içi boş öyküler, hiçbir kalıcı sinema dili olmayan fotokopi gibi çoğaltılmış senaryolarla romanlardan aşırılmış repliklerle, yeteneksiz oyuncu ve yönetmenlerin yer aldığı bir komedi, bazen de bir acıklı melodrama benzer.

1960 darbesine gelene kadar Türkiye’de yıllık film üretimi 80’i bulmuştu. Vasıflı birkaç yönetmen dışında çoğu sinemacı, yıldız sistemine dayanan ve seyircinin duygularına hitap ederek sadece vakit geçirtmeyi amaçlayan bir sinema kültürü oluşturdular. Sinemanın çok büyük bir maddi yatırım gerektirmeyen iyi bir kazanç kapısı olduğunu sezen girişimciler, Yeşilçam Sokağı’nın çevresini film yazıhaneleriyle doldurmuşlardı. Filmin iyi bir gişe yapmasının en kolay yolu, başarılı olmuş filmlerin taklit edilmesiydi. Yetişmiş insan gücünün ve teknik cihazların eksikliği bile film üretiminin artışına engel olamadı. Sanat birikimi ya da estetik kaygısı olmayan sinemacılar el yordamıyla ve bir-iki en fazla 4 hafta içinde çektikleri filmlerle (Mezarımı Taştan Oyun, Sevmek Günah mı, Affet Beni Allah’ım, gibi.) yeni bir işkolunun doğmasını sağladılar. Kötü kalpli zenginler, temiz kalpli yoksul kızlar ve delikanlılar, namus uğruna işlenen cinayetler, kötü yola düşmüş ama altın kalpli fahişeler, gibi klişeler git gide yerleşti. Bu dönemdeki filmleri izleyenler o yılların Türkiye'si hakkında filmlerde, filmin çekildiği yerin görüntüleri dışında hiçbir şey bulamazlar.

Kendi tarzını oluşturan, sinemayı sanat olarak gören, ayağı yere basan sinemacılar her zaman oldu. Sayıları az da olsa bazı yönetmenler sinema sanatına katkıda bulunmaya devam etti. Ancak Yeşilçam sinemasının ana yolu her zaman seyircinin beklentisine göre film çeken ve sinemayı sırf eğlence amaçlı kullanan sinema tüccarlarınındı. Yeşilçam yapımcıları filmlerden büyük paralar da kazandılar. Ancak bu gelirler hiçbir zaman sinemamıza altyapı kazandırmak için harcanmadı. Birkaç saatte yazılmış veya gişe başarısı yakalamış yabancı filmlerden uyarlanan senaryolarla filmler çekildi.

Yeşilçam sinemasında filmleri birkaç türde toplamak mümkündür: Birbirinin sonsuz sayıda kopyası gibi duran ağdalı melodramlar, tarihi olayları işleyen kahramanlık filmleri, Hazreti Ali, Rabia gibi konularla dini duygulara seslenen filmler, yoksulluk ve diğer sıkıntıları öne çıkartan yapımlar ve dünyanın belki de hiçbir ülkesinde olmayan Süpermen, Zagor, Tommiks, Tarzan, Batman gibi yabancı çizgi roman ve Western uyarlamaları.

1950 ile 1960 arasındaki on yıllık dönem, Türk toplumsal gerçekçiliği için de büyük önem taşır. 1948–1959 yılları arısında Türk ulusal sineması için sağlam temeller atılmaya başlanmıştır. Ucuz melodramlar ve tiyatro oyunları dışında bir sinema kavramı ilk defa bu yıllarda oluşmuştur.

Dönemin Önemli Yönetmenleri

Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçiş Ömer Lütfi Akad'la başladı. Çeşitli türleri denedi. Masal (Tahir ile Zühre-1951), polisiye (Kanun Namına-1952), macera (İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı-1952), müzikal (Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar-1953), melodram (Kalbimin Şarkısı-1955), güldürü (Cilalı İbo’nun Çilesi-1957).

Metin Erksan,1952’de senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı “Karanlık Dünya, Aşık Veysel'in Hayatı” filmiyle yönetmenliğe başladı. “Dünya Havacıları Türkiye'de” (1958), “Büyük Menderes Vadisi” (1959) adlı iki belgesel film de yaptı.

Osman Fahir Seden; önemli bir yönetmen, senarist, yapımcı ve oyuncudur. İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi gördü. Yaşamı boyunca 100'ün üzerinde senaryo yazıp film yönetti. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde küçük rollerde yer aldı. Lütfi Akad’la senaryo çalışmaları yaptı. Birçok filmini çektiği Seden Film Şirketi'ni kurdu. 1951 yılında Kani Kıpçak’ın yönettiği “İstanbul Kan Ağlarken” adlı filmi yazarak sinemaya girdi. 1956’da ilk filmi “Kanlarıyla Ödediler”i çekti.1959’da çektiği “Düşman Yolları Kesti” adlı filmle Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına girdi.

Menduh Ün, 41 filmde oyunculuk, 75 filmde yönetmenlik, 121 filmde yapımcılık, 33 filmde senaristlik yapmıştır. Ün, ayrıca, 2 filmin kurgusuna ve 1 filmin de müziklerine imza atmıştır. Halit Refiğ, Feyzi Tuna, Ülkü Erakalın ve Tunç Başaran gibi önemli ustalara hocalık yapmış olan usta yönetmen, sinemaya katkısını yalnızca farklı alanlarda ürettiği filmlerle değil, bu önemli isimleri Türk sinemasına kazandırmasıyla da kolay doldurulamayacak bir kariyerin de sahibi olmuştur. (1954) Düşman Âşıklar, Yetim Yavrular, (1955) Öp Babanın Elini, (1956) Ana Hasreti, Zeynep'in Aşkı, Avare, Üç Tekerlekli Bisiklet (Yön: Lütfi Akad)

Atıf Yılmaz, 119 filmin yönetmenliğini yaptı, 51 filmin senaryosunu yazdı ve 27 filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Atıf Yılmaz, bir süre film eleştirmeni, ressam ve senaryo yazarı olarak çalıştıktan ve iki filmde yönetmen yardımcılığı yaptıktan sonra, 1951 yılında ilk konulu filmi “Kanlı Feryat”la yönetmenliğe başladı. Türk sineması içinde yer aldığı süreçte birçok meslek örgütünün kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı. Türk sinema tarihinin 1950 sonrası evrelerini onun filmlerinde görmek ve gözlemlemek mümkündür. Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmıştır.

1950-1960 Sinemacılar Dönemi Türk Sineması için önemli bir dönüm noktasıdır. Bu dönem Türk Sinemasında Yeşilçam sinemasının doğuşu ve altın yıllarının başlangıcıdır. Türk sineması kendine has dilini bu dönemde belirginleştirmeye başlamıştır. Sinemamıza damga vuran ünlü yönetmen ve oyuncular bu dönemde kendilerini göstermeye başlamıştır. Ayhan Işık, Türkan Şoray, Ekrem Bora, Fikret Hakan, Fatma Girik gibi birçok oyuncu bu dönemde Türk halkının gözdesi olurken, Ömer Lütfi Akad, Menduh Ün, Osman Fahir Seden, Metin Erksan, Atıf Yılmaz gibi ünlü yönetmenler de filmleriyle ön plana çıkmaya başlamışlardır.

Bugün sinema eleştirmenleri ve sinema tarihçileri tarafından Sinemacılar Dönemi olarak isimlendirilen dönem, Akad’ın oyuncu ve çevre seçimiyle, kurgusuyla canlı bir sinema anlatımına sahip olan ve kameranın ilk kez sokağa taşındığı Beyaz Mendil filmi önemlidir. Amerikan kara filmleri ile Fransız sinemasının şiirsel gerçeklik ekolünün bir tür kaynaşması sayılabilecek filmlere imza atan Akad’ın bu dönemde çektiği filmler arasında öne çıkanlar; Altı Ölü Var (1953), Öldüren Şehir (1954), Beyaz Mendil (1955) Ak Altın (1957) ve Üç Tekerlekli Bisiklet (1962) olmuştur.

Kaynak

Türk Mehmet Sezai (2016). Demokrat Parti Dönemi Türk Sineması ve Etkileri. 1.uluslararası Çin’den Adriyatik’e Sosyal Bilimler Kongresi, Hatay

Karaca, Özkan; Türk Sineması Dönemleri, kameraarkası.org, Erişim tarihi 28 07 2024