Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte hayata geçirilen modernleşme projesi, Osmanlı’dan devralınan reform çabalarını daha radikal bir yaklaşımla devam ettirerek, daha çağdaş, seküler ve demokratik bir toplum yaratmayı hedeflemiştir. Bu süreç hem kalkınma hem de çağdaşlaşma ekseninde şekillenmiş, bireyin toplumsal meşruiyet kaynağı olarak ön plana çıkarılması, ulusal kimlik inşası ve devletin ekonomik-sosyal alanlardaki yönlendirici rolü gibi temel ilkeler üzerine kurulmuştur. Ancak, Cumhuriyet’in modernleşme hamlesi, teorik vizyonunun özgünlüğüne rağmen, uygulamada çeşitli hatalar ve eksikliklerle karşılaşmış; sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda önemli gerilimlere yol açmıştır. Bu makale, Cumhuriyet dönemi Türk modernleşmesinin nerede hata yaptığını, sekülerleşme, üst kimlik konusunda yeterli ve içselleştirici bilgilendirmelerin yapılamaması, otoriter yönetim, sınıf dinamikleri, eğitim-ekonomi reformları, kültürel değişimler ve askeri müdahaleler gibi başlıklar altında inceleyerek, sürecin toplumsal uyum ve sürdürülebilirlik açısından eksik yönlerini ele almaktadır. Bu analiz, modernleşmenin başarıları kadar, karşılaşılan zorlukların da tarihsel ve sosyolojik bağlamda anlaşılmasını amaçlamaktadır.
Osmanlı’da Modernleşme
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla hayata geçirilen modernleşme projesi, Osmanlı’dan devralınan reform çabalarını daha radikal bir yaklaşımla devam ettirerek, daha çağdaş, seküler ve demokratik bir toplum yaratmayı hedeflemiştir. Osmanlı modernleşmesi, 18. yüzyıldan itibaren başlayan ve özellikle 19. yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanları ile ivme kazanan bir süreç olarak, Cumhuriyet modernleşmesinin temelini oluşturmuştur. Cumhuriyet, bu mirası hem devam ettirmiş hem de daha köklü bir dönüşümle yeniden şekillendirmiştir. Ancak gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet modernleşmesi, teorik vizyonlarının özgünlüğüne rağmen, uygulamada çeşitli hatalar ve eksikliklerle karşılaşmış; sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda önemli gerilimlere yol açmıştır.
Osmanlı Modernleşmesi: Temeller ve Reformlar
Osmanlı modernleşmesi, 18. yüzyılda başlayan ve Batı’nın askeri, teknolojik ve idari üstünlüğünü kabul eden bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreç, özellikle 19. yüzyılda, devletin merkezileşmesi, bürokrasinin modernleşmesi ve toplumsal yapının dönüşümü hedefleriyle şekillenmiştir. III. Selim döneminde (1789-1807) başlayan Nizam-ı Cedid reformları, modern bir ordu kurma ve merkezi otoriteyi güçlendirme çabalarının ilk örneklerindendir. Ancak, bu reformlar, ulema ve yeniçeri gibi geleneksel güç odaklarının direnciyle karşılaşmış ve sınırlı bir başarı elde edebilmiştir.
19. yüzyılda Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856), Osmanlı modernleşmesinin dönüm noktaları olmuştur. Tanzimat, hukukun üstünlüğü, eşitlik ilkesi ve bürokratik modernizasyonu hedeflerken, Islahat Fermanı, gayrimüslim tebaanın haklarını genişletmeyi amaçlamıştır. Bu reformlar, ümmet yapısından millet sistemine geçişi hızlandırmış, ancak uygulama sorunları ve toplumsal direnç nedeniyle istenen sonuçları tam anlamıyla sağlayamamıştır. Örneğin, eşitlik ilkesi, Müslüman ve gayrimüslim topluluklar arasında gerilimlere yol açmış, merkezileşme çabaları ise yerel güç odaklarının tepkisini çekmiştir.
II. Mahmud dönemi (1808-1839), modernleşmenin hız kazandığı bir dönem olmuş; yeniçeriliğin kaldırılması (1826), modern eğitim kurumlarının kurulması ve devlet bürokrasisinin yeniden yapılandırılması gibi adımlar atılmıştır. I. Meşrutiyet (1876) ile anayasal monarşi denemesi yapılmış, ancak bu girişim, II. Abdülhamid’in otoriter yönetimiyle kesintiye uğramıştır. Abdülhamid dönemi (1876-1909), modernleşmeyi eğitim, altyapı ve teknoloji alanında sürdürmüş, ancak siyasi özgürlüklerin kısıtlanması nedeniyle eleştirilmiştir. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki’nin 1908’de II. Meşrutiyet’i yeniden ilan etmesi, modernleşmenin siyasi boyutunu güçlendirmiş, fakat etnik çatışmalar ve Balkan Savaşları gibi krizler, bu çabaları gölgelemiştir.
Osmanlı modernleşmesi, devletin varlığını sürdürme kaygısıyla şekillenmiş, bu nedenle genellikle yukarıdan aşağıya, elit odaklı bir karakter taşımıştır. Batı modeline dayalı reformlar, toplumsal tabanda yeterince içselleştirilememiş, İslam medeniyeti ile Batı modernitesi arasında bir sentez oluşturma çabaları ise teolojik ve kültürel tartışmalara yol açmıştır. Osmanlı modernleşmesi, Cumhuriyet’in seküler ve ulus-devlet odaklı modernleşme anlayışının altyapısını hazırlamış, ancak birey merkezli bir toplumsal meşruiyet anlayışından ziyade, devletin bekasını önceliklendirmiştir. Bu nedenle, Cumhuriyet modernleşmesi, Osmanlı’dan hem bir devamlılık hem de radikal bir kopuş olarak değerlendirilebilir.
Cumhuriyet ve Modernleşme
Cumhuriyet’in modernleşme hedeflerinin iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi çağdaşlaşma, diğeri ise kalkınmadır. Çağdaşlaşma ve kalkınma birbirine paralel iki söylem gibi algılansa da arada belirgin bir fark vardır ve bu iki kavram birbirlerinin doğal gereklilikleri de denilebilir. Çünkü kalkınmış ama çağdaşlaşmamış toplumlar vardır ve bunların örneği Faşist ve Marksist yönetimlerdir. Şöyle ki, iktisadi olarak kalkındığı halde her alanda özgürlüklerin kısıtlanması durumu bu yönetimlerde söz konusudur. Bunun tersine Cumhuriyet hem kalkınmayı hem de çağdaş demokratik toplum olmanın gereği olarak özgürlükler bağlamında çağdaşlaşmayı amaçlamıştır (Kili, 2006a: 94).
“Atatürk’teki derin yapısal vurgu, kişinin kişi olarak bir toplumsal meşruiyet kaynağı oluşturduğu seklindeki formelleştirilmiş bir inançtır” (Mardin, 1997:18). Bu, Atatürk’ün farkını, yani Osmanlı’daki modernleşme hareketlerinden, Jön Türklerden ve ittihat ve Terakki’nin çizgisinden, “kişi onuru” kavramı ile ortaya konulmasıdır. Bu kavram, bireyin toplumsal sistemin meşruiyet kaynağı olması düşüncesini, toplumsal sistemin yapılandırılmasında bireyin önemini ve bireye karşı olumlu bakışın ifadesidir. Bu durumun, yani bireyin toplumsal sistemin meşruiyet kaynağı olması düşüncesinin, İslam medeniyeti ile ters olup olmadığı teolojik bir sorundur ve haliyle Osmanlı medeniyet bakışından da farklılık oluşturmaktadır.
Bernard Lewis (2004b), Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Modern Türkiye’nin oluşum sürecinde değişim boyutlarını, ümmet-millet, devlet-hükümet, elit-sınıf, din-kültür vb. şeklindeki kategorilerle izah etmiştir. Siyasal anlamda ümmet bilincinin Müslüman coğrafyalardaki çekilişle beraber sorunlaşması, Atatürk’ün, Türk kimliğine dayalı saygın bir kimlik algısını ve Cumhuriyete bağlılığın esas alınmasını kuramlaştırmıştır.
Cumhuriyetin ilanı ile saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, devletin basına seçilmiş bir kişi getiriyordu. Bakanlıklar müstakil olarak gelişmeye ve çalışmaya başlıyordu. Dini ve kültürel hayatta, modern devletin felsefesine uygun yenilikler getirildi. Halkçılık bağlamında, dünya ekonomik sistem yapılarına benzemeyen sınıfsız bir toplum hedeflenmiştir. Zaten savaşlardan çıkan ve sermaye birikimi olmayan toplumda sınıflar ve kapitalizm olgusu olmamıştı ve devlet bu ayrışmalar olmaksızın kalkınma idealindeydi.
“Türk devrimi, kapitalizm ve emperyalizmden dünya çapındaki kurtuluş mücadelesinin bir parçasıydı; Türk Devleti, bütün iktisadi ve sosyal konuların hem üstün hakemi hem de etkin yöneticisi olarak, her şeyden önce ileri bir teknoloji ve gelişmiş bir ekonominin yaratılması ile ilgili idi” (Lewis, 2004b: 464). Gerçekten de varılmak istenen hedef, dünya konjonktüründen farklılaşan, bu anlamda yine devrimsel yanı vurgulanması gereken özgün bir oluşumdu.
Ulusal kurtuluş savaşı ve Cumhuriyetin kurulmasını takip eden 27 yıllık CHP iktidarının ardından, sanki yüzyıllar boyunca bir demokratik kültür varmışçasına, demokratik kanallardan ve çatışmasız, kansız, halk desteği ile DP iktidarı dönemi başlamış ve demokratik isleyiş devam etmiştir. Ancak bu dönemde Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan “radikal devrimci politikalar”dan kısmi geri dönüş gözlenmiştir.
Görüldüğü gibi Cumhuriyet özelinde erken dönem Türk modernleşme tecrübesi, Osmanlı’daki modernleşme çabalarının devamı olan bir sürecin Osmanlı tecrübesinden daha radikal bir içerik ve metotla devam ettirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet modernleşmesi perspektif farkına göre devamlılık veya kopuş olarak nitelendirilebilecek bir projedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin modernleşme süreci, özellikle Atatürk döneminde başlatılan reformlarla, ülkeyi çağdaş, seküler ve demokratik bir devlet haline getirmeyi hedeflemiştir. Fakat bu süreç, çeşitli hatalar ve eksikliklerle karşılaşmış, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda önemli zorluklar yaratmıştır. Aşağıda, bu hataların detaylı bir analizi sunulmaktadır hem teorik hem de pratik boyutlarıyla ele alınarak.
Laiklik ve Dini Kontrol Sorunları
Türkiye'de laiklik, 1923'te Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren anayasal bir ilke olarak benimsenmiş ve özellikle 1924 Anayasası'ndan sonra laiklik ilkesinin anayasaya girişi, 5 Şubat 1937’dir. Ancak, laikliğin toplumun tüm kesimlerinde tam anlamıyla kabul görmemesi, tarihi, sosyolojik ve siyasi nedenlerden kaynaklanan karmaşık bir meseledir. Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet ve toplum yapısı İslam merkezliydi; din, hukuk (şeriat), eğitim ve sosyal hayatın temelini oluşturuyordu. Cumhuriyetin laiklik politikaları, bu köklü dini yapıyı kökten değiştirmeyi hedefledi. Ancak, halkın çoğunluğunun dini kimliği güçlü olduğu için, laiklik bazı kesimlerde "dinsizlik" veya geleneklere aykırı bir modernleşme olarak algılandı. Atatürk'ün önderliğinde laiklik, devletin din işlerinden ayrılması ve modernleşme amacıyla hızlı bir şekilde uygulandı (örneğin, şerri hukukun kaldırılması, medreselerin kapatılması, hilafetin kaldırılması, kılık kıyafet reformları). Bu reformlar, özellikle kırsal kesimlerde ve dindar topluluklarda, halkın katılımı olmadan dayatıldığı için dirençle karşılaştı. Laiklik, bazıları için elitist bir proje olarak görüldü. Türkiye'de şehirli, eğitimli ve seküler kesimlerle kırsal, geleneksel ve dindar kesimler arasında derin bir kültürel uçurum oluştu. Laiklik, şehirli elitler tarafından benimsenirken, kırsal kesimlerde ve muhafazakâr topluluklarda yabancı bir kavram olarak algılandı. Bu, laikliğin toplumun geneline nüfuz etmesini zorlaştırdı.
Türkiye'de laiklik, özellikle erken Cumhuriyet döneminde, Fransa'nın "laïcité"[1] modelinden esinlenerek katı bir şekilde uygulandı. Devlet, dinin kamusal alandaki görünürlüğünü (örneğin, başörtüsü, dini eğitim) kısıtlamaya çalıştı. Bu, dindar kesimlerde laikliğin din özgürlüğünü kısıtladığı algısına yol açtı ve tepki topladı. Laiklik, Türkiye'de sıkça siyasi bir araç olarak kullanıldı. Hem Kemalist elitler hem de muhafazakâr kesimler, laikliği kendi ideolojik mücadelelerinde bir sembol haline getirdi. Bu, laikliğin tarafsız bir ilke olarak değil, siyasi bir çekişme alanı olarak algılanmasına neden oldu. Özellikle 1980'ler ve 1990'lardaki başörtüsü yasakları gibi uygulamalar, dindar kesimlerde laikliğe karşı güvensizliği artırdı. 2000'li yıllarda, özellikle AK Parti'nin iktidarıyla, muhafazakâr değerler siyasette ve toplumda daha görünür hale geldi. Bu dönemde, laiklik bazı kesimlerce "devletin dine karşı tutumu" olarak algılandı ve muhafazakâr kesimlerde laiklik karşıtlığı güçlendi. Aynı zamanda, seküler kesimler zamanla laikliğin erozyona uğradığını savundu, bu da toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdi.
Sonuç olarak Türkiye'de laiklik, tarihsel miras, hızlı modernleşme, sosyo-kültürel farklılıklar ve siyasi çatışmalar nedeniyle toplumun tüm kesimlerinde tam anlamıyla kabul görmedi. Laiklik, bazıları için modernleşmenin sembolü, bazıları için ise dini özgürlükleri kısıtlayan bir uygulama olarak algılandı. Bu çelişkiler, laikliğin Türkiye'deki uygulamasını tartışmalı bir konu haline getirdi.
Araştırmalar, Cumhuriyet modernleşmesinin dini alanlarda –kılık kıyafet, tekke ve zaviyelerin kaldırılması gibi- hızlı ve radikal değişiklikler yaptığını, ancak bu süreçte toplumun dini duyarlılıklarını, tepkilerini ve algılarını elit odaklı ve yukarıdan aşağıya bir bakışından dolayı yeterince dikkate almadığını göstermektedir. Cumhuriyet modernleşmesi, geleneksel öğretilere izin vermemesi, örneğin, 1924'te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, devlet kontrolü altında tutulmasını sağlamış; 2 Eylül 1925 tarihli kararname ile tekke ve zaviyelerin kapatılması, kıyafetle ilgili bazı düzenlemeler muhafazakâr ve dini kesimlerle sürekli bir gerilim kaynağı olmuştur. Bu gerilim, sekülerleşme politikalarının toplumun geniş kesimlerinde tam anlamıyla benimsenememesine yol açmıştır. Bu durum, modernleşmenin dini hassasiyetlerle uyum sağlayamamasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Etnik ve Kültürel Aktarım Politikalarında Eksiklikler
Osmanlı döneminde farklı etnik ve dini gruplar, "Osmanlılık" üst kimliği altında bir arada tutulmaya çalışılmış, bu üst Avrupa’da esen milliyetçilik rüzgarlarından etkilenen isyanlar ve kopuşlardan anlaşılmaktadır ki tam başarılı olamamıştır. Cumhuriyetin kuruluşuyla “Osmanlılık” yerini “Türk” üst kimliğine bırakmış, fakat bu yeni ortak kimlik, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısına alışkın toplumuna iyi aktarılamadığı için yeterince kökleşememiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, başta İngiltere olmak üzere Kürt ve Ermeni politikaları üzerinden yürüttükleri müdahaleler, etnik ayrılıkçılığı teşvik etmiş; bu durum, Türk üst kimliğinin toplumsal birleştirici bir çatı olarak yerleşmesini güçleştirmiştir. Özellikle Londra’nın Musul petrolleri bağlamında Kürt meselesini sürekli bir sorun alanı olarak canlı tutma politikası, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk kimliğinin konsolidasyonunu olumsuz etkilemiştir. Bu nedenlerden dolayı Türklük, bazı kesimlerce etnik bir kimlik olarak algılanırken, Osmanlılık gibi daha geniş bir siyasal-dini üst kimliğin yerini dolduramamıştır.
1924 Anayasası’nda Türklük, Almanya ve Fransa’da olduğu gibi etnik köken ayrımı yapmadan tüm vatandaşları kapsayan bir üst kimlik olarak tanımlanmış olmasına rağmen toplumun tüm kesimlerine yeterince aktarılamaması durumun kapsayıcılık eksikliğini ve etnik çeşitliliği yönetememesini açıkça ortaya koymaktadır.
Otoriter Siyasi Yapı ve Tek Parti Sistemi
Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi (1923'te kuruldu) tek parti olarak siyasi alanı domine etmiş, bu durum siyasi çoğulculuğu engellemiştir. Bu otoriter yapı, demokratik gelişimi yavaşlatmış ve siyasi rekabeti kısıtlamıştır. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle bu yapı kısmen kırılmış olsa da önceki dönemde yaratılan otoriter miras, siyasi istikrarsızlığa yol açmıştır. Özellikle 1960, 1971, 1980 ve 1997'deki doğrudan veya dolaylı askeri müdahaleler, kuruluş ilkelerinin korunması adına yapılmış, ancak bu müdahaleler askerin siyasetteki rolünü meşrulaştırmış ve demokratik süreçleri maalesef sekteye uğratmıştır.
Sınıf Dinamiklerinin Göz Ardı Edilmesi
Genç Cumhuriyetin kuruluşunda modernleşme vizyonu, "sınıfsız, kaynaşmış bir toplum" idealini savunmuş, fakat bu ideal gerçekçi olmamıştır. Araştırmalar, ekonomik eşitsizliklerin ve sınıf farklılıklarının yeterince ele alınmadığını göstermektedir. 1950'lere gelindiğinde bu vizyonun yeterli olmadığı görülmüş, 1960'lar ve 1970'lerde sosyalist hareketlerin yükselişi, sınıf politikalarının önemini yeniden gündeme getirmiştir. Bu durum, modernleşmenin sosyal uyumu sağlayamamasını ve ekonomik politikaların eksikliğini ortaya koymaktadır. Türk Devlet geleneği (Osmanlının özellikle son döneminde) geçmişte yaşamış olduğu büyük travmalardan dolayı kendini koruma ve hayatta kalabilme anlayışıyla güvenlikçi bakış açısını hep ön planda tutmuş; ekonomik, sınıfsal ayrımları hep ikincil öncelik olarak görmüştür.
Eğitim ve Ekonomik Reformlardaki Eksiklikler
Cumhuriyetin ilk on yılında eğitim alanında önemli adımlar atılmış, okuryazarlık oranı 1923-1933 arasında %9'dan %33'e yükselmiştir. Bununla birlikte kırsal kesimlerde eğitim yeterince yaygınlaştırılamamış, özellikle Büyük Buhran dönemi finansal zorluklar nedeniyle bu süreç sekteye uğramıştır. Ekonomik reformlar da benzer sorunlar yaşamış; toprak reformları köylülerin ağır vergiler altında ezilmesini engelleyememiştir. Bu durum, modernleşmenin kırsal kesimlere yeterince ulaşamadığını ve ekonomik eşitsizlikleri azaltamadığını göstermektedir.
Kültürel Kopuş ve Hızlı Değişimlerin Toplumsal Etkileri
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte kültürel ve dil reformları, tarihsel sürekliliği kırmıştır. Örneğin, Latin alfabesine geçiş (1928), modernleşmeyi hızlandırmış, ancak bazı kesimlerde alışılmışın kaybedilmesiyle kimlik krizi yaratmıştır. Bu hızlı değişimler, toplumun tüm kesimlerinin hazır olmadığı bir modernleşmeyi dayatmış ve sosyal gerilimlere yol açmıştır. Bu durum, modernleşmenin kültürel mirası koruma ile yenilik arasında denge kuramaması olarak değerlendirilebilir.
Kamuoyunun Yeterince Bilgilendirilmemesi
Cumhuriyet modernleşmesinin en önemli hatalarından biri, reformların kamuoyuna yeterince anlatılmaması ve toplumun değişim sürecine aktif katılımının sağlanamamasıdır. Reformlar genellikle Osmanlıdan gelen bir miras olarak elit odaklı ve yukarıdan aşağıya bir yaklaşımla uygulanmış; bu da toplumun büyük kesimlerinin değişimlerin amaçlarını, faydalarını ve uzun vadeli etkilerini anlamasını zorlaştırmıştır. Örneğin, laiklik politikaları ve Latin alfabesine geçiş gibi köklü değişiklikler, devlet tarafından hızla hayata geçirilmiş, ancak bu reformların toplumsal ve bireysel kazanımları hakkında kapsamlı bilgilendirme kampanyaları yürütülmemiştir. Kitle iletişim araçları, kamuoyu önderleri ve eğitim kurumları, değişim sürecini desteklemek için yeterince kullanılmamış; bu da reformların dayatmacı bir şekilde algılanmasına yol açmıştır.
Kültürel değişim teorilerine göre, bir değişimin toplumsal kabulü için bilgi, ikna, karar ve onay aşamalarının tamamlanması gerekir (Rogers, 2003). Cumhuriyet modernleşmesinde, ikna edici bilgi aşaması eksik kalmış; toplum, reformların avantajları, uygulanabilirliği ve gözlenebilir sonuçları hakkında yeterince bilgilendirilmemiştir. Örneğin, şapka devrimi (1925) gibi sembolik reformlar, toplumun bazı kesimlerinde dirençle karşılaşmış; bu direnç, değişimin faydalarının değil, yalnızca yaptırımların ön planda olmasıyla büyümüştür. Kısa vadeli yaptırımlar (kanunlar ve cezalar) değişime zorunlu uyumu sağlasa da inanç ve değerlerde dönüşüm yaratamamış; bu da uzun vadeli toplumsal uyumu engellemiştir. Daha etkili bilgilendirme kampanyaları, bölgesel ve demografik farklılıkları dikkate alan ikna süreçleri ve kamuoyu önderlerinin sürece dahil edilmesi, reformların toplumsal kabulünü artırabilirdi.
Sonuç olarak; Osmanlı modernleşmesi, devletin varlığını sürdürme kaygısıyla şekillenmiş, elit odaklı bir süreç olarak Cumhuriyet’in modernleşme vizyonunun altyapısını hazırlamıştır. Cumhuriyet dönemi Türk modernleşmesi, çağdaşlaşma ve kalkınma hedefleriyle Osmanlı modernleşme çabalarının radikal bir devamı olarak ortaya çıkmış, ancak uygulama sürecinde çeşitli hatalar ve eksiklikler nedeniyle tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Laiklik politikalarının toplumun dini duyarlılıklarını yeterince dikkate almaması, Türk üst kimliği vurgusunun topluma yeterince anlatılamaması, otoriter tek parti yönetiminin demokratik çoğulculuğu engellemesi, sınıf dinamiklerinin göz ardı edilmesi, eğitim ve ekonomik reformların kırsal kesimlere yeterince ulaşamaması ve hızlı kültürel değişimlerin toplumsal gerilimlere yol açması, modernleşme sürecinin temel kusurları olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, kuruluş ilkelerinin korunması adına gerçekleştirilen askeri müdahaleler, demokratik süreçleri kesintiye uğratmış ve zaman içerisinde sistem karşısı siyasi hareketlerin daha da güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Bu hatalar, modernleşmenin toplumun tüm kesimlerini kapsayıcı bir şekilde kucaklayamamasından ve tarihsel, kültürel ve sosyal gerçekliklerle uyum sağlayamamasından kaynaklanmıştır. Türk modernleşmesi, özgün bir proje olarak dünya konjonktüründe dikkat çekici bir yer edinmiş olsa da daha kapsayıcı, esnek ve toplumsal dinamiklere duyarlı bir yaklaşım, bu sürecin daha az sancılı ve daha sürdürülebilir olmasını sağlayabilirdi. Gelecekte, modernleşme çabalarının başarısı, geçmişteki bu hatalardan ders çıkararak, çoğulcu, demokratik ve toplumsal uyumu önceliklendiren bir vizyonla mümkün olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğarken, hızlı modernleşme ve ulus-devlet inşası ile tüm dünyada emperyalist devletlerin birlikteliğine, düşmanlığına rağmen bağımsızlığını elde eden, sömürge durumundaki ülkelerin gözünde demokratik ve modernleşmedeki başarısıyla halen bir model olarak göz kamaştırıcı yerini sürdürmektedir. Genç bir cumhuriyet olarak, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluk mirasından seküler, modern ve merkezi bir devlet yapısına geçiş, azımsanmayacak bir başarıdır. Laiklik, kadın hakları, eğitim reformları ve hukuk sisteminin modernizasyonu gibi adımlar, o dönemde birçok toplum için ilham verici olmuştur. Özellikle, sınırlı kaynaklarla ve dış tehditler altında kısa sürede gerçekleştirdiği sanayileşme, alfabe reformu ve toplumsal dönüşüm, Türkiye’yi Ortadoğu, Asya ve İslam dünyasında modernleşme yolunda bir öncü olarak konumlandırmıştır. Hata ve eksikliklere rağmen, Türkiye’nin demokratikleşme yönündeki adımları ve jeopolitik konumu, onu küresel ölçekte dikkat çeken bir model haline getirmeye devam etmektedir.
Kaynakça:
[1] Laïcité, Fransızca kökenli bir terim olup, devletin din ve inanç işlerinden tam anlamıyla ayrılmasını ve kamusal alanda dinin etkisinin asgari düzeye indirilmesini savunan bir laiklik modelidir.