Gelişen bilgi teknolojileri, bireysel bedenleri veri haline getirmekte ve bireylerin varlıkları istatistiksel verilere indirgenmektedir. Varlıklarımızın meşruiyeti ve özgürlüğü, verilerimize hükmedenlerin bize verdiği değer kadardır. Veri tabanlı teknikler dijital vatandaş haline gelen bireyin tüm yaşamına dokunmakta ve süreç rastlantılara göre değil, hükmedenlerin rasyonelliğine göre şekillenmektedir. Görüntüyü, sesi ve duyguları veriye dönüştüren yapay zekâlar geliştikçe hükmeden küçük bir grup çok az kaynakla büyük nüfusları kolayca izlemekte, kontrol etmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda özgürlük alanlarını kapatmaktadır. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde özgürlük alanı, veriselleşmiş bedenlerden dolayı bu kadar daralmamıştı.
20. yüzyılın başlarında gelecek öngörüsüne sahip birçok yazar, literatürde “alarm edebiyatı” diye kavramsallaştırılmış olan bireysel ve toplumsal özgürlüğü tehdit eden gözetim olgusunu roman ve filmlerine konu olarak belirlemişler ve distopik hikâyeler üretmişlerdir. 1936 yılında yayınlanan Charles Chaplin’in ABD yapımı özgün adı ‘Modern Zamanlar’ ya da Türkiye'deki ilk gösterimlerinde ‘Asri Zamanlar’ olarak adlandırılan filmi gibi, Yevgeni Zamyatin ‘Biz’, Orwell ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’, Aldous Huxley ‘Cesur Yeni Dünya’ bunlara örnek olarak gösterilebilir. Maalesef gelecek, onların öngördüğünden daha da karanlık olarak tarif edilebilir. Bu ayki yazımızın konusunu çok farkında olmadığımız ama bizi çepeçevre saran gözetimin son evresi “banoptikon” oluşturmuştur. Gelin hep beraber bu beyaz karanlığın içinde geleceğimizin nasıl şekillendirileceğine şahit olalım.
Banoptikon; Paris Okulundan Didier Bigo tarafından, Uluslararası Teknoloji Sosyolojisi yaklaşımında güvenlik araştırmalarına, profil teknolojilerinin gözetim altına alınacak kişileri belirlemek için kullanıldığı bir durumu tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Nancy ve Agamben tarafından geliştirilen ve ban (yasak) ile optikon (yer)’in birleşiminden meydana gelen ban-optikon kavramı, ağ üzerinden işleyen veri tabanları kullanılarak, “anormal/tehlikeli” olarak tanımlananların küresel düzeyde dışlanma, hor görülme eylemlerine maruz bırakılmasına dayanır.
Ban-optikon, panoptikonla olan isim benzerliğine rağmen oldukça yeni ve farklı bir kavramdır. Panoptikon’un gerçekleştirdiği “içeride tutmak” eylemi yerine “uzak tutmak” işlevini yerine getirir. İstenmeyen arzuların disipline edilmesine dayanan panoptik etkilerden ziyade, aşırı boyutlardaki güvenlik kaygılarına cevap niteliğindedir ve günümüzün gözetim felsefesini yansıtır. Güvenlikli sitelerden alışveriş merkezlerine kadar her mekânda konuşlanan kapalı devre kamera sistemleri en yaygın banoptikon araçlarıdır. Sistem, bu tarz mekânlara giriş yapmaya uygunluğu ölçerken, önceden belirlenmiş kategorilere dahil olan “normal” insanlar ile “ötekileri” ayırmak için adeta görünmez sınırlar inşa eder. Başka bir deyişle, sanılanın aksine banoptikonun dünyasında herkes, her kamusal alana rahatça giremez; uygun görülenler ve görülmeyenler ayrımı yapılır. Banoptikonun temel amacı, atığın değerli ürünlerden ayrılmasını ve çöplüğe gönderilmek üzere işaretlenmesini garantiye almaktır (Bauman ve Lyon, 2013:68- 71).
Banoptikonun amacı; insanlara her yaptıklarının gözlendiği hissiyatını bilinçaltlarına işleyerek sürekli denetim altında olduklarını içselleştirmeleridir. Gözetimin sürekli yapıldığını düşünenler, artık kendi başlarına davranamadıklarından; iradelerini özgürce ortaya koyamazlar ve iradeleri zamanla zayıflayarak ortadan kalkar. Bu durum, ötelenen ve cezalandırılanları özgürlüklerinden yoksun bırakmakla kalmaz; eylemlerini yönlendiremeyecekleri ve yaşamlarını kurup yönetemeyecekleri bir durumu da ortaya çıkarır. Artık kendi yaşamlarını onlar adına düzenlemesi için, denetçilere gereksinim vardır. Bu durum, bilgi erişiminin, asimetri ilkesi etrafında uygun şekilde düzenlenmesine dayanır (Lyon, 1997; 25).
Bauman ve Lyon, ‘Akışkan Gözetimi’ isimli kitaplarında; gözetim tekniklerinin dünyasında bireysel ve toplumsal risklerin geçmişten farklı olarak belirsizleştiğini, müphem ve biçimsiz hale geldiğini dile getirirler. Bu yeni durum, özellikle 11 Eylül sonrasında risklerin çok daha fazla vurgulandığı bir dünya kurgusu içinde belirginleşmiş ve ‘kötü ya da şüpheli kişiler’in yerini, insanların eylemleri, davranışları, kimlikleri ve tavırlarının daha sistematik şekilde izlenmesiyle oluşturulan ‘şüpheli kategoriler’ almış; gözetim tüm yeni teknikleriyle topluma bir virüs gibi yayılmıştır. Böyle bir toplumda insanlar kendilerinin risk ya da şüpheli kategorisinde olup olmadığı telaşını yaşar hale gelmişler ve kazara, bu kategorilere dâhil olmanın kaygısını ve bir tür suçluluk hissini yaşamaya başlamışlardır. Bu noktada ironik olan ise, gözetime dayalı güvenlik önlemleri arttıkça, insanların güvensizlik hissinde artış yaşanmasıdır (2013: 102-103).
Yaratılan abartılı risk algısı hem devletlerin vatandaşlarını takibini sıkılaştırmasına hem de risklere dayalı bir tüketim dalgasına yol açmıştır. Başka bir ifadeyle bu durum, bir yandan insanları alarm, kamera taktırma ya da sigorta yaptırmaya yönlendirirken; bir yandan da devletlerin uyguladığı her tür işkence ve casusluk eylemlerini meşru kılar hale gelmiştir. Gözetim dünyasının bu paradoksu şu sözlerle ifade edilmektedir: “Bir yanda güvensizlikten bütün eski nesillerin korunduğundan daha iyi korunuyoruz; ama diğer yanda elektronik öncesi hiçbir kuşak güvensizlik duygusunu günlük (ve gecelik) hayatın bu tür bir parçası olarak deneyimlememiştir” (Bauman ve Lyon, 2013: 103-107).
Hiç şüphesiz gözetim ve denetim konusunda kendini en çok hissettiren ülke Çin’dir. Çin, bu yılın Eylül ayında hazırlanan ve 1 Aralık’ta yürürlüğe giren yeni yasasıyla vatandaşlarının siber alandaki meşru haklarını ve çıkarlarını koruma amaçlı olarak yeni SIM kart alacak vatandaşların yüz tanıma sistemlerinde yüzlerini tanıtmasını zorunlu hale getirdi. SIM kartı kimliğiyle kaydını yaptıran bir kişinin yüzü taranarak yapay zekâ yoluyla gerçekten o kişi olup olmadığı hemen anlaşılacağı Çinli yetkiler tarafından bildirilmekte. Çinli yetkililer, bu uygulamanın dolandırıcılığı ve sahteciliği engellemek amacıyla yapıldığını savunmakta. Ancak bu yöntem, anonim şekilde telefon kullanabilme ihtimalini de açık biçimde azaltıyor. Bu yöntem sayesinde Çin’deki muhalifleri susturmanın daha kolay hâle geleceği uzmanlar tarafından belirtilmekte. Çin’in başta Uygur Türkleri olmak üzere etnik azınlıkları izlemek ve baskı altına almak için yüz tanıma teknolojisinden yararlandığı medyaya yansıyan konulardan. Buna ek olarak Çin, kara listeye alınan kişilerin takibi için de bu teknolojiyi kullanmakta. Geçen yılda yine Çin, vatandaşlarını sınıflandırarak puanlandıracağını ve stratejik kurumlara puanları düşük olanların giremeyeceğini belirtmişti.
Aslında, Avrupa ve ABD’de basında çok yer almamış olsa da Çin’den çok farklı durumda değil. AB, Eurodac veri tabanı ile sığınmacıların dijital parmak izlerinin yanı sıra, verdikleri tepkiler ve giriş yapmayı reddetme nedenlerinin içeren bir sistemi çalıştırmakta. Bu sayede, sığınmacıların birden fazla başvurusunu engellemek, aynı zamanda sığınmacıların klişeleşmiş anlatılarını tespit etmektedir. Eurodac'a paralel olarak, sahte belgelerle ilgili bilgi alışverişi temelinde çalışacak olan FADO'ya (sahte ve orijinal belgeler) hitap etmek için bir ağ geliştirilmektedir. Buradaki fikir mevcut uygulamayı tersine çevirmek ve dokümanı sunan kişiye ispat külfetini yerleştirmektir. Kuzey Avrupa'da, ABD şirketi Printrack uluslararası limanlarda ve havaalanlarında dijitalleştirilmiş parmak izli kartlarla veya retina baskılarında, sınırları aşan kişilerin otomatik olarak tanınmasını ve takibini sağlayan hizmetlerini sunmaktadır. Her bir insanı veriye dönüştürerek gözetleyen, denetleyen ve öteleyen bu sistemlerin temelinde güvenlik yattığı belirtiliyor olsa da bu gelecek ile ilgili özgürlük, mahremiyet, gözetim kaygılarını haklı bir şekilde arttırmaktadır.
Güvenlik, 1990’lı yıllarda Batı toplumlarında özellikle siyasetçiler ve medya tarafından, var olan risklerin abartılmasıyla yaratılan korku algısının karşısında tek seçenek olarak dayatılmıştır. Gözetim tekniklerini yoğun biçimde içeren bu güvenlik konsepti, gözetim çalışmalarının da başat unsuru haline gelmiştir. 2001’de yaşanan 11 Eylül saldırıları ise, olayın hemen sonrasında alınmaya başlanan gözetim odaklı güvenlik önlemlerinin tamamen meşru bir zemine oturmasına ve sadece yerel değil, küresel düzeyde de yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Bu atmosfer içinde 11 Eylül’le beraber iyice artan teknoloji ve gözetimin gerekliliğine olan inanç, teknolojilerin eleştirilmesine dahi tahammül gösteremeyen bir ortam yaratmıştır. Oysa tam bir güvenlik garantisinin verildiğini ve huzurun sağlanmasında bilim ve teknolojideki son gelişmelerin etkin şekilde kullanıldığını düşünmek, huzurun yanlış yerde aranması anlamına gelir. Bu, insanları toplumsal sorunlara karşı alternatif arayışlardan ve köklü, yapısal çözümlere odaklanmaktan alıkoyarken; gelişkin teknolojilere dayanan gözetimin her geçen gün biraz daha içselleştirilmesine neden olur (Bauman ve Lyon, 2013: 118-9).
Gelişmiş kapitalist toplumlara egemen olan güvenlik konseptiyle varılmaya çalışılan nihai hedef terör, hastalık, şiddet gibi “anormallik”lerden tamamen temizlenmiş ya da denetim altına alınmış bir dünyadır. Hedefin bu denli ütopik olması, kullanılan araçların amaçlarına dair ciddi soru işaretleri yaratmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 107-109). Tüm ülke yöneticilerinin sizin güvenliğinizi sağlamak için yapıyoruz diyerek gerçekleştirdiği; kontrol, denetim ve özgürlüğün nefesini kısan gözetim olgusu, korku ve propagandaların etkisi ile eleştirilememekte artık hiçbir dönemde olmadığı kadar toplum tarafından meşru olarak kabul edildiği farz edilmektedir.
Kısacası, asıl sorunsal ‘teknoloji’ olmaktan öte ‘yönetim’ ve ‘iktidar’ sorunsalıdır. Günümüzde, bu güçlerce yüceltilen ‘enformasyon toplumu efsanesi’, daha zengin ve alternatif açıklamaların sesini ısrarla boğmaktadır. Bu nedenle, toplumsal dönüşüme yol açan değişim nedenleri, enformasyon olgusundan çok daha fazlasını içerirken; bu efsane, toplumun, söz konusu dönüşümlerin karakteri ile bunların arkasındaki güçleri görmesini engellemektedir. Ayrıca iktidar merkezleri, sahip oldukları gücü ellerinde tutabilmek için, sadece toplumu değil enformasyonu da biçimlendirme ve yönlendirme kaygısındadırlar. Temelde “istenmeyen” azınlığın profilinin çıkarılmasına dayanan banoptikon tekniği, liberal toplumlar içerisinde istisnai güce sahiptir (olağanüstü haller rutinleşmiştir), profiller çıkarır (gelecekteki olası davranışlarından korkulan bazı grupları ve tedbir olsun diye dışarıda bırakılmış insan kategorilerini ötekileştirir) ve dışlanmayan grupları normalleştirir (malların, sermayenin, bilginin ve insanların serbest dolaşımına inanılmasını sağlar). Ban-optikon, ulus-devletin ötesine geçerek, küreselleşmiş mekânlarda faaliyet gösterir; dolayısıyla iktidar süreçlerini çok daha geniş bir bağlamda ele almayı zorunlu kılar (Bauman ve Lyon, 2013: 67).
Kaynakça: