“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”
Fuzuli
İnsanlar niçin bireysel kimlikleriyle ayrı ayrı hareket etmek yerine, sosyal kimlik temelinde hareket etmektedir. Bu sorunun altında yatan gizli terim güçtür. Güçsüzlerin gücü birlik olmalarından yatar ve bu birliği mümkün kılan sosyal kimliktir. İnsanlar sosyalleşme sürecinde yalnız kalmamak için kendilerini bir yerlere ait görmek isterler. Aidiyet bireyi kendi yandaşlarıyla birleştirir, diğer gruplardan ayırır ve birey kendi grubunun tarafı olur ve sosyal bir kimliğe kavuşur. Taraf olmak, güç kazandırır. Birey kendisini ifade edebileceği bir dernek, vakıf, parti, sendika bulacak ve buralarda faaliyet yürütecek ve kendisinin var olduğunu hissedecektir.
İyiye, güzele taraf olmak, toplumda huzurun ve güvenin teminatı olurken taraftar olmak, çatışmanın ve düşmanlaşmanın fitilini ateşler. Futbol maçlarında taraftar kitleler, kinlerini, nefretlerini, düşmanlıkların karşı tarafa kusarlar. Taraftarlar yok etme psikolojisi ile birbirlerine saldırır, adeta tek güç olma savaşı verirler. Diğer alanlarda da taraftarlık aynı tarzda tavırlar sergiler. Kendisinden olmayan yok edilmelidir dürtüsüyle hareket eder. Kendisini kutsayan bir taraftarlık her alanda tehlike saçar. Doğru, güzel, iyi, hoş gibi kabul görmüş pozitif değerlerin kendisinde toplandığına inanan kusursuz, mükemmel olanı temsil eden; diğerlerinin ise kötü, çirkin, kem ve tüm negatif değerleri taşıdığına inan bir psikolojik yapılanmayı tarif eder taraftarlık. Tarafgirlik sadece düşmanlıkta ortaya çıkmaz aşırı sempatizanlıkların sonucunda da görülebilir. Aşırı sevgi tarafgirliği aşırı düşmanlık tarafgirliği kadar tehlikelidir. Gündelik yaşantımızda tarafgirliğin karşılığı olarak siyasi literatürde partizan kelimesi kullanılmaktadır. Partizanlık bir partiye ne yaparsa yapsın körü körüne bağlanma olarak bilinen, Fransızca kökenli Türkçeye geçen bir sözcüktür. Partizan kelimesi iki farklı anlam üzerinden değerlendirilebilir. Türk Dil Kurumuna göre; partizan olma durumu veya partizanca davranmaktır partizan kelimesinin anlamı. Diğeri ise, düşmanlara karşı verilen mücadele esnasında, cephenin arkasında silahlı harekete katılan kimse olarak tarif edilmektedir. Hem sözlü hem de yazılı olarak bu iki anlam üzerinden partizan kelimesini değerlendirmek mümkün. Partizanlık hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın iyiyi çağrıştırmamaktadır.
Partizan olan kişi veya grup yanlışlarını göremez doğru yoldan sapar. Tarafgirlik filtreli gözlüğüyle ötekileri değerlendirdiği için gerçeğe, doğruya ulaşmak yerine sürekli yeniden üretilen düşmanlık girdabına düşer ve böyle yaparken nasıl bir açmaza girdiğini fark bile edemez. Hakkaniyeti örter, yanlışı cesaretlendirir. Tarafgir olan için oy verdiği veya desteklediği parti kutsaldır. Parti ya da liderin eleştirilmesine, kem söz söylenmesine müsaade edilmez çünkü bu fikriyatta kutsanmış olanda hata ve kusur yoktur. Amaç genel değil özeldir. Tabi bu durum öteki ya da karşı içinde geçerlidir. Onlarda kutsatmış oldukları partilerine laf söyletmezler. Aynı durum sendikalar, dernekler, takımlar, cemaatler, tarikatlarda da söz konusudur.
Kültür, aynı coğrafyada yaşayan insanların; ortak değer, inanç, varsayımları, ortak kahraman ve hikâyeleri paylaşarak kendi aralarında bütünleşme ve birlikteliğe sahip olmasıdır. Bu birlikteliğin sürdürülebilmesi için çağa uygun yeniden üretilmesi gereklidir. Metin Kazancı’ya göre, tarihte birçok uygarlığın yok olmasının nedeni yalnızca yabancı güçlerin işgali değil, ideolojiyi kullanarak kendi kültürlerini yeniden üretememeleridir. Tarafgirlik bir kısırdöngüdür. Birleştirmez ayrıştırır, bütünleştirmez parçalar.
Katliamların, soykırımların, linçlerin, ötekileştirmenin temelinde taraftarlık psikolojisi yatar. Dünya tarihi kitapları tarafgirlik ve partizanlığın neden olduğu büyük felaketleri kara bir leke olarak sayfalarında yer vermişlerdir. Tarafgirlik ve partizanlığın insanı ne hale getirdiğini en iyi anlatan örneklerden biri olarak eski Nazi subayı Yarbay Adolf Eichmann’ın (1906-1962) hikayesini bu çalışmamızda yer verdik. II. dünya savaşında aktif rol alan ve savaş sonrası Arjantin’e kaçan buradan da İsrail ajanlarınca Kudüs’e kaçırılıp yargılanan eski Nazi subayı Yarbay Adolf Eichmann’ın hikayesi. Bu hikâye; Hannah Arendt tarafından 1963 yılında Kötülüğün Sıradanlığı – Adolf Eichmann Kudüs’te adıyla bir kitap olarak yayınladı.
Kötülüğün Sıradanlığı
Nazi subayı Yarbay Adolf Eichmann, II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi halkına ve bu anlamda insanlığa karşı suç işlediği iddianamesiyle, 1950 tarihli “Nazi ve Nazi işbirlikçileri Yasası”na göre yargılanıyordu (Arendt 2009: 31). Arendt, Eichmann davasına The New Yorker dergisi adına muhabir gözlemci sıfatıyla katılmış ve sonrasında gözlem ve yorumlarını yukarıda adı geçen başlıkla rapor ederek yayınlamıştır. Arendt’in temel savı şuydu: Eichmann davasında davayı takip edenler, karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa, Arendt’in sözleriyle, “Eichmann’ın Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” (s. 36) Aksine, Adolf Eichmann son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi. Hatta mahkemenin başlarında, kullandığı “resmi dil” sebebiyle özür diledi, zira kendisinin “tek dili, resmi yazışmalarda kullanılan bu dil” idi, bu sebeple sorulara verdiği cevaplarda “her zaman aynı şeyleri aynı biçimde ifade ediyordu” (s. 59). Nazi Almanya’sında “öldürmek”ten, “gaz odaları”ndan, “imha”dan, “soykırım”dan kesinlikle bahsedilmiyordu, hiçbir resmi belgede bu tarz “kötü” ifadelere rastlanmıyordu. Zira bu işler için belirlenen kod adlar “nihai çözüm“, “tahliye” ve “özel muamele“ydi (s. 94).
Ancak işin ilginç yanı Yahudilerin fiziksel imhasını amaçlayan “Nihai Çözüm”de aktif rol alan Nazi kolluk kuvvetlerinin ve dolayısıyla Eichmann’ın bu işi alelade, sıradan bir görev olarak görmeleri ve yerine getirmeleriydi. Bu iş o kadar basitleştirilmiş ve sıradanlaştırılmıştı ki; “En ağır cezalardan birini alan cani, fırsat buldukça çocuklara sosis dağıtıyor; onbinleri ölüme yollayan doktor, onunla aynı üniversitede okumuş bir kadını, ona gençliğini anımsattığı gerekçesiyle ölümden kurtarıyor; ertesi gün gaz odasına yollanacağı halde yeni doğurmuş bir anneye çikolata yollayabiliyordu” (Sayın 1994: 26). Üstelik Alman halkının büyük bir kısmı da bu durumu olağan üstü bir normallikle karşılamıştı. Ayrıca her ne kadar sıradan bir suçlu olarak görülmese de söz konusu davanın sanığı olan Eichmann’ın duruşmalardaki davranış ve söylemlerinde de ilk bakışta fark edilir herhangi bir anormallik yoktu. Tutumu adi bir suçtan yargılanan ve üzerine atılı suçu reddeden sıradan bir sanığınkinden farksızdı. Bu kadar kötülüğe bulaşmış, canavarca toplu katliamların organizesinde görev almış birisi nasıl bu kadar sıradan olabilirdi?
Arendt için esas problem de buydu; oldukça normal insanların sadece bir kolluk kuvveti olmak üzere değil bunun yanı sıra masum insanların normal, sıradan bir eylemmişçesine öldürmeyi benimseyecek şekilde eğitildiği gerçeğinin nasıl açıklanacağıydı (Bernstein 2010: 269). Arendt’in kendi ifadesiyle: Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu. Hukuk kurumlarımız ve yargılama usullerimizin ahlaki standartları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi. (Arendt 2009: 281).
Gündelik yaşantımızın her alanına sirayet eden ve etkileyen partizanlığı çoğu zaman fark edemeyiz ve bizi yönlendirdiğinin farkına bile varamayız. İyi ya da kötü yaptığımız şeyler üyesi olduğumuz sosyal birliktelikte destek bulduğu için çoğu zaman normalleşir ve sıradanlaşır. Bu yüzden kitle psikolojisi içerisinde bulunan birçok kişinin, gerçekte kendi karakter ve ruh haliyle bağdaşmayacak durumlara rahatlıkla büründükleri, normal zamanlarda yapmayacakları, eleştirecekleri, küçük görecekleri, utanacakları tavırlar içine kolaylıkla girebildikleri bilinmektedir. Böyle durumlarda bireyin karakteri büyük ölçüde, geçici de olsa, değişime uğradığından, kibar bir insan kaba, merhametli bir insan zalim, korkak bir insan kahraman haline dönüşebilir. Kolektif bir yapı ve ruh hali içinde bireylerin kişilikleri silinir. Farklılıklar, benzerlikler içinde boğulurlar ve irade dışı nitelikler bu birliktelik içinde tahakküm kurar.