Sözlük anlamı itibariyle kamu (public); herkes, genel, halka ait, umumi, açık, aleni gibi anlamlara gelmektedir. Kamusal ise, herkes için ortak olan demektir ve bu haliyle de özel ve siyasal alan dışılığı ifade etmektedir. Bu bağlamda kamusal alan, toplumsal yaşamımızda kamuoyunun oluşmasına katkı sağlayan herkesin özgürce konuşabildiği, tartışabilbildiği halka ait olan alan olarak tarif edilebilir.
Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci J. Habermas’ın "Kamusallığın Yapısal Dönüşümü" kitabında ‘kamusal alan’, en basite indirgenmiş anlamıyla “toplumsal yaşamımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulabildiği bir alanı” olarak ifade edilir. Kamusal alanlar hangi kültürden, dilden ve sosyal statüden olursa olsun, her bireye sunulmuş veya açılmış sosyal alanlardır. Kamusal alan, farklı bireylerin, farklı toplumsal kesimlerin, farklı fikirlerin medeni ve demokratik biçimde bir arada bulunmalarına ve yarışmalarına imkân veren bir alandır, özgürlüklerin ve hakların hayata geçirildiği, yaşandığı alandır; özgürlüklerin yok edildiği bir alan değildir. Yani insanların birlikte, birbirleriyle etkileşerek yaşadığı, her türlü farklılığın kendine hayat bulduğu bir alandır. “Kamusal alan” kavramıyla kendi içinde bir anlamda kamuoyuna benzer bir alanın oluşturabileceği, toplumsal yaşamımızın bir parçasını tanımlıyoruz. Kamusal alanın en önemli niteliği tüm vatandaşlara açık olmasıdır. Devlet kamusal alanın içindeki aktörlerden biridir. Kamusal alan, devlete ait alan/olan değildir. Devlet ve kamusal alanın kesiştiği bir alan yoktur. Tam tersine her ikisi karşı taraflar olarak kabul edilmelidir. Her ne kadar devlet otoritesi, siyasal kamu alanında yürütmeden sorumlu olsa da bu alanın bir parçası değildir. Devlet otoritesi, genellikle, “kamu” otoritesi olarak kabul edilir; devletin vatandaşların refahını sağlama sorumluluğu kamusal alanın bu işlevinden kaynaklanır.
Habermas’ın değimiyle “kendi kendini yöneten bir pazarla ihtiyaçları hiçbir şekilde karşılanmayan gruplar”, siyasi erk üzerinde baskı kurmaya başlamış ve bunun sonucunda kamusal alan içinde adı anılmayan “devlet”in kamusal alana girmesine sebep olmuşlardır. Bu ise Habermas’a göre; yeniden feodalleşmeyi getirir. Ayrıca, büyük örgütlerin kendi çıkarları için devletle iş birliği yapma imkân ve olasılıklarını da arttırır. Sadece siyasal kontrolün icra edilmesi gözle görülür bir şekilde her vatandaşın kendisini bilgilendirecek araçlara sahip olabilmesini gerektiren demokratik talebe yenik düştüğünde, kamusal alan yasal organlar aracılığı ile hükümeti kurumsal yollarla etkileme şansına sahip olur. Bu durum öncelikle, kamusal alan fikrinin “açıklık”, “ortak çıkar” ve “ortak karar” ilkelerine ters düşmektedir. Siyasi erk üzerinde nüfuz sahibi olan grupların ayrıcalık elde edebilecekleri bir düzene zemin hazırladığı söylenebilir.
Kamusal alanın tarihçesi
Kamusal alan kapsamında yürütülen tartışmalar geniş ve henüz sınırları net olarak çizilmemiş bir alan oluşturmaktadır. Kavrama yüklenen anlam ve işlevler de Antik Yunan’dan başlamak üzere Ortaçağ, feodalizmin çöküşüne zemin hazırlayan burjuva devrimi sonrası ve 20. yüzyılda farklılık göstermektedir. 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılda hayat bulan kamusal alanın, yine burjuva devriminin bir sonucu olan kapitalist ekonomik sistemin etkisiyle 19. yüzyılda çöküş sürecine girdiği belirtilir. 1950-1960'lı yıllarda "ortak" alanlar veya "yurttaşlara" ait alanlar şeklinde ortaya çıkan nitelendirmeler, 1970'li yıllarda 'kamusal alan' kavramına dönüşmüştür.[i] Manuel Castells’in “Enformasyonel Kapitalizm” diye adlandırdığı, Enformasyon Çağı’nın bir çıktısı olan Ağ Toplumu kavramı ise, bilgi ve iletişim teknolojilerinin süratli gelişimine paralel olarak ortaya çıkmış ve kamusal alan tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Klasik kapitalizmin yeni yüzü addedilen Bilgi Çağı’nda yeni medya uygulamalarının, yeni bir kamusal alan oluşturma potansiyeli bu tartışmaların odağında yer alan konulardandır.
Türkiye açısından değerlendirdiğimizde ise, Türk modernleşme projesi boyunca hatta demokratikleşme süreci içinde de kamusal alan devletin yakın ve sıkı gözetimi altındaydı. Türkiye’de devletin ideolojik ve baskı aygıtları kamusal alanın hiçbir zaman ideal özgürlük alanına dönüşmesine izin vermedi. Avrupa’da uzun süre tartışılan kamusal alan kavramı, 1980'li yıllarda Türkiye'yi de etkilemeye başladı. Kavram olarak kamusal alan, Türkiye’de özellikle 1990’lı yılların başlarından itibaren çeşitli akademik yayınlarda ele alınmaya, kullanılmaya ve politik konularda tartışılmaya başladı. 2000’li yıllarda türban sorunu ile gündeme gelen kamusal alan tartışmaları, çeşitli yönlerden ele alındı. 2004 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı NATO yemeğine davet etmeyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i “Dolmabahçe kamusal alan değil” eleştirmesiyle başlayan tartışma, eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in; kamusal alanın “coğrafi bir tanım'' olmadığını, işlevsel bir kavram olduğunu vurgulayarak yanıt vermesi medyada kamusal alan tartışmalarını alevlendirdi. Erdoğan yine aynı yıl yaptığı konuşmada kamusal alan kavramının özgürlüklerin önüne çıkarıldığını belirterek “Kamu yekpare bir topluluğu ifade etmez. Tek tip insanlardan ve fikirlerden oluşmaz. Tornadan çıkmış mamul değil ki bu. Kamusal alan farklı fikir ve insanların medeni ve demokratik kesimlerin bir arada bulunmalarına imkân verir. Kamusal alan özgürlüklerin ve demokrasinin yaşandığı alandır. Özgürlüklerin yok edildiği bir alan değildir. Her türlü farklılığın kendine hayat bulduğu bir alandır” demişti. Kamusal alan tartışması 2009 yılında da sürdü. Başbakan Erdoğan, Bartın mitinginde Yüksek Seçim Kurulu’nun, sandık alanını kamusal alan içine sokmasını eleştirmiş, 2010 yılında da kamusal alan tarifinin yapılmasını istemişti. Kamusal alan tartışmaları 2010 Mayıs ayında, Deniz Baykal'ın CHP Genel Başkanlığından istifa etmesine neden olan özel görüntülerin ve 2011 Mayıs ayında MHP'li bazı milletvekillerinin görüntülerinin internette yayınlanması ile kamusal alan, özel alan konusunun yine gündeme gelmesine neden oldu. Kamusal alan ile ilgili tartışmalar son yıllarda yeni medya ile ilgili olarak sürmekte. Bugünlerde geleneksel medyanın gündeminde, internet ile ilgili yapılan kanun, yönetmelik vb. düzenlemelerin kamusal alanın denetim altına alınmaya çalışıldığına yönelik eleştireler yer almaktadır.
Yeni Kamusal Alan: Sosyal Medya
İnternetin gelişimine kadar, geleneksel medya olarak adlandırılan gazete, radyo ve televizyonlar, kurumsal bir yapı içerisinde, tek yönlü bir iletişimle, toplumsal yapı üzerinde doğrudan etkili olan araçlardı. Bunların yanında dergi, kitap, sinema hatta telefon ve telgraf gibi iletişim araçları da bu süreci etkileyen diğer unsurlardı. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren internetin gelişimi hem geleneksel medyanın dönüşümünü hem de sosyal medya olarak adlandırılan Facebook, Twitter, Youtube vb. araçlarla kurumsal ve örgütlenmiş bir yapıdan bağımsız olarak, bireyin daha özgür bir yapı içerisinde etkileşimli iletişim ortamlarına olanak sağlamıştır. İnternet, geleneksel medya da dâhil olmak üzere, bütün iletişim araçlarını kendi bünyesinde toplayarak (yakınsama) küresel ölçekte erişilebilen kitle iletişim araçları ortamı yaratmıştır. Sosyal medya araçları sayesinde bireyler gerek bireysel gerekse oluşturdukları gruplar aracılığı ile kendi sorunlarını daha güçlü bir şekilde dile getirmeye, kendi gündem ve kamuoylarını oluşturmaya çalışmışlardır.
Tıpkı geleneksel medya gibi yeni medya da siyasi ve ekonomik alanla birlikte sosyal hayatı da biçimlendirir. Sosyal ilişkilerde ve özellikle kültürel kodların aktarılmasında önemli bir rol oynayan sosyal medya ağları, bu ağlara dahil olanların etkileşime geçebilecekleri bir imkân sunmaktadır. Medya hem içinden çıktığı sistemin izlerini sürebileceğimiz bir anlamlandırma pratiği hem de bu sistemin biçimlendirilmesinde ve yeniden üretilmesinde etkin bir araçtır; dolayısıyla yeni medya hem içinden çıktığı toplumu yansıtmakta hem de bu toplumu sürekli olarak yeniden üretmektedir. Özellikle sosyal medyanın ortaya çıkması ile birlikte, bireylerin geleneksel medyanın hegomanik yapısına karşı kendi medyalarına yaratarak, daha özgür iletişim ortamları yarattığı iddia edilmektedir. Doğal olarak bu, kamuoyu da dâhil olmak üzere toplumsal yaşamın bütün alanlarını etkilemiştir.
Kamuoyu ancak bilgiye dayalı olarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda, bilgi iletme işlevini yerine getiren araçlar olan medya ve bu araçları kullananların, bilgilerin alınması ve algılanması aşamasında kullandıkları yöntem ve teknikler, kamuoyunu yönlendirmek isteyenler için çok önemlidir. Kamusal senaryolar yoluyla medyayı elinde bulunduran güçler, farklı bakış açılarını yok sayabilmekte kamuoyunu bir bakıma propaganda yaparak toplumu ikna ve telkin etmeye çalışmaktadır. Özellikle, “çoğunluk” anlayışının egemen olduğu, siyasi erkin toplumu bütünüyle hegemonyası altına almaya çalıştığı, bireyin düşünce ve ifade özgürlüğünün yeterince gelişmediği, sansür uygulamalarının yaygın olduğu otoriter ve totaliter toplumlarda, kamuoyu tek yönlü olarak oluşturulmaya çalışılmaktadır. İktidarı ele geçirmeyi hedefleyen siyasal partiler -gerek iktidarda olsun gerekse muhalefette olsun- her zaman kamuoyunun desteğini sağlamayı hedeflemektedir. Bunu başarmak için de bir araç olarak gördükleri basınla olan ilişkilerine büyük önem atfetmektedirler.
Yeni medya bireyi gerçek kamusal alandan kopararak sanal bir kamusal alana çekmektedir. Kamusal alan aslında siyasi ve hukuki bir kavramdır. Ancak sanal ortamda bu niteliğine ne kadar sahip olduğu da tartışılmalıdır. Sosyal medya yoluyla bireylerin mekâna dayalı pazaryeri, salon ya da bir kahvehane içerisinde toplanmasıyla ortaya çıkan kamusal alan, artık dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla zaman ve mekân hatta dil ve ideoloji sınırları ortadan kalkmıştır. Siyasi, kültürel, ekonomik ya da toplumsal olaylar hakkında konuşabilmek için insanların bir araya gelmesini sağlayan ağlar ve bu ağların ucundaki elektronik aygıtlar yeterli olmaktadır. Bu büyük değişim devlet ve sermayeden bağımsız bir şekilde yaratılan tartışma ortamını, yani kamusal alanı ortadan kaldırmamıştır.
Kamusal alan tartışmaları kapsamında iletişim teknolojilerine de değinen Sennett’e (2010) göre; kamusal alan çözüldükçe ifade araçları öznelleşir. Bu bağlamda öznel ifade araçları olarak sosyal medya, geleneksel medya araçlarına bağımlı olmaksızın kişisel paylaşımların yapılmasına olanak veren yeni medya ortamları, siyaset arenasında da bir araç olarak kullanılmaktadır. Siyasi kurumlar, kitlenin editoryal süzgeçten geçmeyen, dolayısıyla özgün düşüncelerin yer aldığı sosyal medya araçlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedirler. J. Baudrillard (1991), “sessiz çoğunluk” olarak isimlendirdiği politik eylemden uzak bu kitleye zaman zaman iktidar tarafından medya yoluyla sondajlar vurulduğunu belirtir. Sondajın amacı düşünceleri yansıtmak ve bunu tartışmak değil, kitlenin ne düşündüğünü tespit ederek bu doğrultuda strateji geliştirmektir. Günümüzde, denetimin oldukça az olduğu düşünülen yeni medya ortamlarında dile getirilen fikirlerin ve genel olarak yeni medya mecralarının “sondaj”lar için uygun bir zemin oluşturduğunu söylemek acaba gerçekten mümkün mü dür? Bununla birlikte, bir bilgi kaynağı olarak sosyal ağlar günümüzde, dezenformasyonun en fazla olduğu alanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Bu durum ise, dijital mecradan alınan bilginin doğruluğu konusunda şüpheleri arttırmaktadır.
Kamuoyu ve kamusal alan kavramlarının 21. yüzyılda geldiği nokta, özel ve kamusal olan alanların mekânsal boyutunu yitirmesi ve sanal mecralara taşınması ile açıklanabilmektedir. Sosyalleşme süreci artık sanal şekilde sağlanmaktadır. 19.yy. Avrupa’sında bireyler eleştirilerini, fikirlerini, düşüncelerini rollerine göre kamuya açık mekânlarda özgürce sunarken bu durum için şimdi sosyal medyanın sanal ortamında sosyal kimlik/imaj inşasının temelinin oluşturulduğu söylenebilir.
İnternet, sosyal ağlar boyutu ile iletişim kurmadan çok; özgür, katılımcı, herkes için ve kolay erişilebilir oluşu ile sosyal bir kimlik inşasına aracılık etmektedir. Sivil toplum için kültürel, siyasal, küresel ve hatta ekonomik bir payda olarak varsayılan internetteki sosyal ortamların, sanal ama yeni ve demokratik bir kamusal alan olup olmadığı sıkça tartışılmaktır. Çünkü sosyal medya kamusal bir alan olmakla birlikte demokratik ise, herhangi bir otoriteden uzak olması gerekirken, bir müdahale olarak “sansüre” takılmaktadır. Bu durumdan farklı olarak, özgürlükler bağlamında sosyal medyanın denetlenebilirlik noktasında da önemli sorunları vardır. Demokrasinin mihenk taşı olarak kamusal alanın sosyal medyada hangi sınırlar ile oluştuğunun/oluşturulduğunun incelenmesi gerekecektir.
Sosyal medyanın yeni ve demokratik bir kamusal alan olup olmadığı sıkça tartışılırken, demokrasilerin gereği olan özgürlük, eşitlik ve çoğulculuğu sosyal medyada görsek de yine kamusal alan kavramının olmazsa olmazı olan denetim ya da sansürden bağımsız olması durumları sosyal medyayı ideal kamusallık teriminden uzaklaştırmaktadır. Çünkü sosyal medya; örgütlü, özgür ve bağımsız bir alan gibi görünse de aslında internet olgusunun maruz kaldığı sansür olgusu sebebiyle demokrasi, eşitlik, özgürlük ve kamusallık kavramlarından uzaklaşmaktadır.
Demokratik ve yeni bir kamusal alan olarak tanımlanan sosyal medyanın toplumun her kesiminden bireyleri sanal bir ortamda buluşturduğu ve iletişim düzeni dönüştürdüğü gerçeği yadsınamaz olarak ortadadır. Buna karşın, sosyal medya demokrasi gereği kamusal alanın özelliklerini sansürsüzlük ve özgürlük anlamında taşımasa da bireylerin karşılıklı fikir paylaşımı, tartışma ve müzakerede bulunduğu bir alandır. Bireyler, kendilerini ifade etme hakkını “bu sanal mecrada dilediğince değil, belirli sınırlar içerisinde yapabilmektedir. Sosyal medyanın çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir alan olduğu varsayımı onlara bu hakkı tanımakta iken, “sansür” olgusu tam tersini savunmaktadır.
Sosyal medyanın sadece fikir ve duygu paylaşım alanı değil aynı zamanda sosyal sanal alanın örgütleyici bir gücü olduğu da görmezden gelinmemelidir. Sosyal medyanın denetlenmesi, kısıtlanması, kapatılması, gözetimden kaynaklı kullanıcılarının sürekli hukuki sıkıntılar yaşaması, demokrasi ve çoğulculuğun gereği olan eşitlik ve özgürlük ilkelerine ters düşmekte, yeni bir kamusal alan olarak isimlendirilen sosyal medyanın bu kavramdan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Çünkü bir alanın kamu adına “kamusal” olabilmesi için, sansürden ve herhangi bir baskı sisteminden uzak, demokratik, çoğulcu, bireylerin hak ve hürriyetlerinin gözetildiği bir yer olması gerekmektedir. Günümüz sosyal medyasına uygulanan sansür ve baskı unsurlarının varlığı sebebiyle “demokratik” bir kamusal alandan söz edilemeyeceği ve sosyal medyanın sanal bir kamusal alan olduğu varsayımının çok zayıfladığı ortadadır. Maalesef sosyal medya, sanal kamusal alan imtihanından geçer not alabilecek beklentiye dayalı özelliklerini kaybetmiştir.
Kaynakça